Tarantino’yla tek gece

Western’i birçok türle harmanlayıp kendine özgü bir sinema dili yaratan Quentin Tarantino’nun son filmi ‘The Hateful Eight’ bir bakıma 2000’lerin kanlı Western’i.

Ödül avcısı John, iç savaş sonrası kar soğuğunun kol gezdiği bir kış gününde yakaladığı kaçak Daisy’yi posta arabasıyla Red Rock kasabasına götürüp parasını almanın peşindedir. Karşısına çıkan Binbaşı Marquis ve aynı kasabaya şerif olarak atandığını iddia eden Chris de aynı posta arabasına biner. Geceyi geçirmek için Minnie’nin mekânına gittiklerinde, Minnie ve kocası yerine, mekâna baktığını söyleyen bir Meksikalı bulurlar. Yanında birkaç adam da vardır. Bütün bu esrarengiz karakterlerin bir araya gelip birbirine tahammül etmek zorunda kaldığı gece, geveze bir gerilimin önünü açar. Bu geçici sığınak ,ödül avcılarının birbirlerinden gizledikleri sırlar, kahvelere atılan zehirler, yeraltında saklanan kaçaklar ve ceplerde taşınan Lincoln mektuplarıyla, çukurlu bir Tarantino evrenine dönüşüverir.

‘The Hateful Eight’, John Ford’un ‘Posta Arabası’ (Stagecoach, 1939) filmine selam verircesine, başta bir yol filmi olacak gibi görünüyor. Ancak, bir süre sonra rotasını değiştirip bütün karakterleri aynı yere topluyor ve aynı gecenin koltuğuna oturtuyor. Daha sonra, tek gecenin ‘şimdi’si ile ‘geçmiş’i arasında dolanan kaotik bir hikâye anlatımının temelini atıp, o noktada gezinmeye başlıyor.

Her şey diyaloglarda gizli

168 dakikaya yayılan film, zamanını çok da ekonomik kullanmadan, tek mekân sıkışmışlığında uzanıp gidiyor. Tarantino filmlerinde konuşmayı seven bir yönetmen; onun için aslolan salt zaman geçişleri değil, diyaloglardır çoğu zaman. Sabır ve itinayla takip ettiğinizde yakalayacak onlarca şey bulabilirsiniz ama ince mizahı da bu diyaloglarda saklıdır. Yine de ‘The Hateful Eight’te bu konuşmaların zaman zaman takip mesafesini kaçırdığını söylemek yanlış olmaz.

Karakterlerin güvensizliklerinde, başıboşluklarında ve birbirlerine sırtlarını çevirdiklerinde ne olacağını bilememenin yarım kalmışlığında, Tarantino’nun yaptığı en iyi şey ortaya attığı bir bilmecenin kalıntılarını karakterler üzerinde aramak. Film ancak “Hain kim?” sorusunu sorduğu zamanlarda durağan konuşmaların basiretsizliğinden çıkıp ivme kazanıyor.

Morricone’nin müziğiyle zenginleşiyor

Şüphesiz, böyle bir filmde bir Tarantino evrenine konuşlanmış oyuncuların önemi daha da artıyor. Gerek Samuel L. Jackson, gerek Tim Roth, gerek Jennifer Leigh, oyunculuklarıyla,a ağızlarında dolanıp duran lafların hakkını veriyor. Filmin en güzel yanlarından biri de, uzun zamandır film müziği yapmayan Ennio Morricone’nin müziğiyle karşılaşmak. Morricone, orijinal müzikleriyle, Tarantino’nun 70 mm çektiği filmin gözü kulağı oluyor.

‘The Hateful Eight’te, Tarantino uzağa yakınlaşmak, bilmediği, anımsamadığı bir zamanın parçası olmak, tavanarasından çıkardığı karakterlerin tozunu alıp cebine silah koymak istemiş. Sonlara doğru şiddetin dozunu artırıp kan ve gözyaşının kol gezdiği, kimsenin kimseye emanet edemeyeceği bir duygunun yokluğu ve güvensizliğin derinliğini hissettiriyor; sonunda, bizi özdeşleşip iyiliğini isteyemeyeceğimiz bir dolu karaktere emanet ettiği bir film çıkarıyor ortaya. ‘The Hateful Eight’ bir ‘Zincirsiz’ (Django Unchained) ya da bir ‘Soysuzlar Çetesi’ (Inglourious Basterds) değil belki ama görülmeye değer; bütün parkurları geçip finale ermeden önce seyircisini uzun konuşmalara maruz bıraksa da, bir Tarantino gürültüsünde kaskatı kesilmek isteyenleri her daim tatmin edebilir.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema

Etiketler

Quentin Tarantino


Yazar Hakkında