"Herkesin potansiyel terör suçlusu olma tehlikesi var"

Barış İçin Akademisyenler/İstanbul grubu adına barış talebinde bulunan akademisyenler Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya'nın tutuklanması, akademisyen Chris Stephenson'un sınırdışı edilmesi ve tartışılan 'terör kanunu düzenlemesini' Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku alanında uzman Yrd. Doç. Dr. Öznur Sevdiren değerlendirdi.

Savcının tutuklama talebiyle mahkemeye sevkettiği akademisyenler Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya’nın duruşması 15 Mart Salı günü saat 17.45 sularında başladı. Duruşma salonuna yalnızca avukatlar alındı.

6. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşma mahkeme üç akademisyenin ‘terör örgütü propagandası’ (TMK 7/2) suçlamasıyla tutuklanmasına karar verdi. Akademisyenlerin avukatlarından Meriç Eyüboğlu “Hukukun kalmadığını bir kez daha gördük” dedi ve karara itiraz edeceklerini belirtti.

Akademisyenlerin tutuklanmasına tepkiler artarken, konuyu Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku alanında uzman Yrd. Doç. Dr. Öznur Sevdiren Agos’a değerlendirdi.

Akademisyenin tutuklanma gerekçeleri hukuki açıdan ne anlam taşıyor?

Üç akademisyenin tutuklama kararı tamamen dayanaktan yoksun. Öncelikle, imzacı üç akademisyenin düşünce açıklamalarının bir ceza soruşturmasının konusu olması kabul edilemez. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (md. 10) ve Anayasa’da (md. 25) tanımlanan ifade özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin çekirdek alanı içindedir. Bu bakımdan, savaş, seferberlik ve sıkıyönetim hallerinde dahi ifade özgürlüğünün sınırlandırılması mümkün değildir. Toplumsal barıştan yana olduğunu belirtmenin ifade özgürlüğü kapsamında korunacağı bu açıdan tartışmasız. Akademisyenlerin Barış Bildirisi veya daha sonra barışı savunmakta ısrarlı olduklarına ilişkin açıklamaları, kuşkusuz başta siyasi iktidar ve destekçileri tarafından rahatsız edici bulunabilir. Fakat, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başta Handyside/Birleşik Krallık kararında vurguladığı üzere, sadece genel kabul gören fikirler için değil, fakat toplumun bir bölümü açısından incitici, şok edici, rahatsız edici görünen fikirler açısından da ifade özgürlüğünün korunması gerektiğini bir dizi kararında belirtmektedir. Demokratik çoğulculuk bunu gerektirir. Dolayısıyla her şeyden önce bir ceza soruşturmasının açılmış olmasını anlamak mümkün değil. İkincisi, açılmış bu soruşturmaya dair bir yakalama kararı olduğunu okudum. Kendilerine ifadelerinin alınması için henüz bir davet yapılmadan, haklarında yakalama kararının çıkarılmış olması da hukuka aykırı. Nitekim, yakalama kararını duyduklarında Emniyet Müdürlüğü’ne gidiyorlar. Yine, Türkiye’de gözaltı uygulaması olağanlaşmış durumda, halbuki Ceza Muhakemesi Kanunu gözaltı işlemine ancak soruşturma yönünden zorunlu olması halinde karar verileceğini belirtiyor. Bu olayda zorunluluk halinin nasıl gerekçelendirildiğini anlamak da mümkün değil. Keza, akademisyen avukatları, müvekkillerinin kendilerine dönük isnadı öğrenemediklerini belirtiyorlar. İsnadı öğrenme hakkı, şüphelinin aydınlatılması adil yargılanma hakkının en temel veçhelerinden birisidir.  Üç akademisyene isnad edilen suçlama yerine aslında düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlayan sorular soruluyor. Anayasa md. 25, çok açık bir biçimde hiç kimsenin düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağını, düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamayacağını ve suçlanamayacağını hüküm altına alıyor. Nihai olarak verilen tutuklama kararı ise, ceza yargılamasının olağan rejimi içinde kişi özgürlüğü ve güvenliği  hakkının açık ihlali niteliğinde. Zira, ortada suç olmadığı gibi, suçlandıkları fiil nedeniyle kaçma ve delilleri karartma şüpheleri olmadığı açık.

Üç akademisyene destek vermek için adliyeye giden akademisyen Chris Stephenson'un sınırdışı edilmesine dair bir savcılık talebi var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sınır dışı edilme kararı da son derece hukuka aykırı. Bir siyasi partinin davetiye veya bildirisinin bulunmasının ilgili kanun olan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çerçevesinde kamu düzeni veya güvenliğini tehdit eden bir durum olarak görülmesi mümkün değil.  Bu bakımdan uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan, ailesi burada bulunan ve Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Stepheson’a ilişkin sınırdışı kararı, kişi özgürlüğü ve güvenliği ile aile hayatına ve özel hayata saygı hakkının ihlali niteliğinde.

Erdoğan'ın “STK’lar ve akademisyenler arasında da terörist olabilir” ve “Ya bizden yanasınız ya da terörden” söylemlerini göz önünde bulundurursak, bizi nasıl bir süreç bekliyor? Medyada yer alan ‘sivil terör’ söylemi sizce ne anlama geliyor ve bu söylemin ne gibi yaptırımları olabilir?

Terörle Mücadele Kanunu, ‘terör’ kavramını oldukça muğlak bir biçimde tanımlıyordu ve normal koşullarda demokratik bir toplumda baskı gruplarının muhalefeti dahi terör tanımı içinde bulunan ‘devlet otoritesi zaafa uğratmak’ veya ‘devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini bozmak’ içinde değerlendirilmeye müsaitti. 2003 ve 2006 değişikliği bu itirazlar ile sırasıyla terör ve terör örgütü üyeliği ile ilgili ‘cebir ve şiddet kullanma’ ifadesi benimsenmişti. 2013 yılında ise terör örgütü propagandası açısından “örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterme veya övme” kriteri getirildi. Halihazırda bu kriterler dahi özellikle cebir ve tehdit kavramının nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin tartışmalı iken bu ifadelerin dışlanması, bu unsurları içermeyen bir terör tanımının yapılması herkesin potansiyel olarak terör suçlusu olarak değerlendirilmesi sonucunu ortaya çıkaracaktır. Böyle bir düzenleme bugünkü normatif düzlemde, yani Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler ve dahi 1982 Anayasası rejimi içinde hukuken mümkün olamaz. Sivil terör, toplumsal muhalefetin terör tanımı altında kriminalizasyonu sonucunu doğuracaktır. Bu durumda, herhangi bir sosyal medya mecrasında düşünce açıklaması, habercilik faaliyeti ve akademik çalışmalar kolaylıkla terör suçu olarak  değerlendirilmesi mümkün hale gelecektir.



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.