OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Demokratın paradoksu

Bir süredir aklımı kurcalayan bir soru, daha doğrusu sorular var: “Bir demokrat, demokrasi uğruna canını vermeye hazır mıdır, olmalı mıdır veya ne kadar hazırdır?” Bu soruyu sorarken karşılaştırmalı düşünmek gerekiyor. ‘Davası’ veya ‘ülküsü’ olan, onun için ölmeye hazır görünüyor. İslamcı davası için ölüyor, inanmış sosyalist veya komünist davası için ölüyor, kimliği bastırılmış olan özgürlüğü için ölüyor... Peki, bir demokrat, demokratik bir düzen için, yalnız kendinin değil herkesin aynı hak ve özgürlüklerden yararlanması için ölmeye hazır mıdır? Tabii, işlerin o raddeye gelmesi için geçilmesi gereken başka safhalar var. Kovuşturma ve soruşturmalarda hukukun bütün temel ilke ve prensiplerinin geçersiz hale getirilmesi, adli süreçlerden adil bir sonuç alınamaması; kamusal alanda, yani sokakta, hak arama ve protestonun, bırakın sonuç almasını, kategorik olarak dışlanması, şeytanlaştırılması; gazete, radyo ve televizyon kanalı gibi ifade araçlarının sorgusuz sualsiz kapatılması gibi olayların vuku bulmuş olması lazım. Bunlar olmuş ve hele hele hukukun ve meşruiyetin kaynağı ve koruyucusu olması gereken kamusal otorite, hukuksuzluğun bizzat en büyük kaynağı haline gelmişse, o noktadan sonra kendini demokrat olarak tanımlayan biri nasıl etkili olabilir? Söz söylemenin, kamuoyu oluşturmanın, ikna etmeye çalışmanın, düşüncelerini ifade etmenin zemini ve faydası kalmamışsa... ne olacak? 

Bu sorulara net ve tutarlı bir cevap veremiyorum. Görebildiğim, ortada demokrasi ve demokrat açısından bir paradoks olduğu. Demokratın belli bir işlevinin ve etkisinin olabilmesi için asgari bir demokrasi ve çatışmasızlık lazım. Güç ve zorbalık devreye girmişse, demokratın yapacak fazla bir şeyi kalmıyor gibime geliyor. Söyleyeceği, “Şiddet tasvip edilemez”, “Hukukun üstünlüğü gözetilmelidir”, “Siviller/masumlar sakınılmalıdır” türünden, doğruluğu kâğıt üzerinde su götürmez ama pratikteki etkisi boş bir kazanda çevrilen kepçenin sesi kadar olan sözleri dillendirmektir. Kazan boş olduktan sonra, kepçe altın olsa ne fayda? Diğer aktörlerin kafasında çok başka ilkeler, öncelikler, yöntemler ve hedefler varken, “Yalan söylemek çok kötü bir şeydir” seviyesinde malumu ilan eden naif, hatta neredeyse insan zekâsına hakaret sayılabilecek sözler söylemek midir demokrata kalan? Aslında bu söylediklerim benim genel çizgime ters. Şöyle ki, takip edenler bilir, demokratik ilkelerin yaşatılması için ‘bilinçli bir naiflik’ gösterilmesinin gerekli olduğunu söylerim. Yani, birtakım temel doğruların, ne kadar basit de olsa, bıkmadan usanmadan yinelenmesi gerekir. Ama galiba burada, başta kamu otoritesi olmak üzere, oyundaki diğer aktörlerin tutumuyla ilgili bir eşik meselesi var. O eşik aşıldıktan sonra (eşiği nasıl tanımlayacağız ve ölçeceğiz, ayrı bir tartışma konusu) demokratın demokrat kalarak yapacağı fazla bir etki kalmıyor sanırım. Ya çekip gidecek, ya gitmenin başka bir şekli olarak kabuğuna çekilecek ve fırtınanın geçmesini bekleyecek (tabii, geçerse ve kendi de sağ kalırsa) ya da demokrat olmayı bırakacak. İşte paradoks burada.

Bu bağlamda demokrat ile ‘dava adamı’ arasındaki bir farka daha değinmek gerek. O da, siyasete bakışları ve ölümle kurdukları ilişkiyle ilgili. Dava adamının siyasetinin hedefi gelecek zamanda bir yerlerde ve çoğu zaman da sadece bir imaj iken, demokratın siyaseti bugünü ve burasını hedefler. Demokratın amacı, burada ve şimdi herkes için daha özgür, huzurlu, müreffeh bir düzen kurabilmektir, yani daha iyi bir hayat yaşamaktır. Takdir edersiniz ki, ölmüş biri daha iyi bir hayat yaşayamaz. Onun için de, bana öyle geliyor ki, demokratın tercihi ölmekten değil, yaşamaktan yanadır. Dava adamı ise, kendi varlığını, geleceğe konumlandırdığı ütopyası içinde eritiyor. Hele işin içinde, şehitlik, cennet falan gibi dinî kavram ve tahayyüller varsa, ölüm zaten onun için ölüm olmaktan çıkıyor. (Dinî kavramları yalnız dindarlar kullanmıyor tabii.) “Gel, şurada hepimiz için daha huzurlu bir düzen kuralım” diyorsun; “Yok, ben öleyim daha iyi. Hatta, dur seni de öldüreyim” diyor.

Eğer birileri bu yazıyı okurken, “E kardeşim, işte insanlar 15 Temmuz’da demokrasi için canlarını verdiler” diyebilir. Ben de bunun doğru bir tespit olmasını isterdim ama, geçtiğimiz iki ay, aceleci bir şekilde konan ‘demokratik rüştün ispatı’ teşhislerinin aksine, yöneten açısından da yönetilen açısından da demokratik olgunluğun söz konusu olmadığını en net biçimde gösterdi sanırım.