Kayıp memleketin izinde

Aykun Budak, bir İstanbullu olarak ilk kez ailesinin ve elbette kendisinin memleketine, Aksaray’a gitti. Orta Anadolu’nun bu kendi halindeki kentinde 1915’in 100 yıl sonrasına yansımalarını gördü, hissetti ve notlarını Agos’la paylaştı.

En sevmediğim sorulardan biridir, “Memleket?” Nereli olmalıydım? Nereli hissetmeliydim kendimi? İstanbul memleketten sayılıyor muydu ki? Belki de, bu sorunun cevabı olabilecek bir geziydi dedemle Aksaray’da yaptığımız. Bir arayış, sorulara cevap niteliğindeydi.

Dedem de, babaannem de Aksaray doğumlu. Anadolu’da 1915’ten sonra doğabilmiş ender Ermenilerden... Farklı zamanlarda İstanbul’a göç etmişler. Sonra hayatın elverdiği sıklıkla ziyaret etmişler memleketlerini. Dedem senelerdir görmemiş doğduğu yeri. Bir gün “Haydi size memleketi gezdireyim” dedi. Hepimizi heyecanlandırdı bu fikir. Ben, babam, dedem ve kuzenimiz Alin Tantik’le yola çıkmaya karar verdik.

Dedem o sabah epey keyifliydi. Sürekli kahkahalar atıyordu, yüzünden gülümseme eksilmiyordu. Şaşırmıştım. Zorluklarla dolu çocukluğunu gülümseyerek anma duygusunu anlamaya çalıştım, anlayamadım. Yolda da bu keyifli hali devam etti. Bizimkiler müzik dinlemek istedi. Hazırlıklı gelmiştim. “Onnik Dinkjian dinleyelim, havaya girelim” dedim. Anadolu yollarında geçmişi yaşatmak, anmak istedim sanırım. Diyarbekir Ermeni müzikleriyle memlekete vardık.

Kavuşma ânı

Kalacağımız yerde dedemin eski ahbabı, çok sevdiği arkadaşı Muhsin Amca’nın oğlu karşıladı bizi. Gördüğümüz güzel muamele karşısında çok şaşırmıştım. Memlekette ailemin izini o anlarda hissetmeye başladım, devamının geleceğinden habersiz. Bir süre sonra Muhsin Amca ve eşi Fadime Teyze geldi. Dedemle Muhsin Amca’nın hasret gidermesi görülmeye değerdi. Memlekette böyle sıkı bir dostunun olduğunu bilmiyordum. Kavuşma faslının ardından sohbet başladı. Fadime Teyze’nin hal hatır sorusuna verdiği cevap çok etkileyiciydi: “Ohannes Usta’nın demirleri gibi sağlamız.” Ohannes Usta, babaannemin babası. Dönemin en iyi demirci ustalarından. Muhsin Amca işe onun yanında başlamış. “Hayatı da, işi de ondan öğrendim” diyor. Şehrin önemli kişilerindenmiş. Anlatılana göre cenazesinin kaldırıldığını gören dönemin valisi, yolunu yarıda kesip törene katılmış. Babaannem de bahsederdi ama yerinde o hürmeti görmek, geçen yılların ardından anısını canlı bulabilmek, çok etkileyiciydi.

Burası Gâvur Mahallesi

Sohbetin ardından etrafı dolaşmak üzere ayrıldık. Dedem çocukluğuna dönmüş gibiydi, oradan oraya koşturuyordu. Bize eşlik eden Muhsin Amca’nın oğlu anlatıyordu: “Burası Yukarı Mahalle. Açık konuşmak gerekirse, buraya Gâvur Mahallesi derlerdi.” Gâvur Mahallesi! Anlatılanlar bir bir karşımıza çıkıyordu. Neyse, çarşıya daldık. Dedem tabelalardaki soyadlarını okuyor, isimleri tanıdıkça keyifleniyordu. Derken bir tabelanın önünde durdu. Soyadını tanımıştı. Dükkân sahibiyle görüşmek istedi. Eskilerden konuşurken bir adam yanımıza yaklaştı. Ortamdan rahatsız gibiydi. Bakışları, sebebini anlamadığım bir şekilde ürküttü beni. Muhsin Amca’nın oğluna “Bunlar kim?” diye sordu. O da bizi babasının akrabaları olarak tanıttı. Ancak konuşmaları duymuş olacak ki, tam biz giderken, ikna olmamışçasına “Siz nasıl akrabasınız?” diye sordu. Babam da “Yakın akrabayız” dedi ve oradan ayrıldık. Muhsin Amca’nın oğlu yanımızdan ayrılırken gezi boyunca aklımdan çıkmayacak, yüz yıllık tarihi özetler nitelikteki uyarısını yaptı: “Buralarda dolaşırken adınızı vermeyin. Soran olursa babamın adını verin. Bir sorun çıkarsa beni arayın.” İşte bu çok dokunmuştu. Yerinde bu uyarıyı duymak, büyüklerden dinlemekten çok daha sarsıcıydı. Burası memleket değil miydi? İnsan kendi memleketinde neden rahat dolaşamazdı? İsmimiz neden sorun yaratıyordu? Cevabını bildiğim soruları kendime sorup durdum.

‘Hiçbir şey bekleme buradan’

Dedemin heyecanından hiçbir şey eksilmemişti. Halen koşuşturuyor, değişen yapıları görüp şaşırıyordu. Biz de peşinden âdeta geçmişe sürükleniyorduk. Önce okuluna gittik. ‘Zafer Mektebi’, ismi halen aynı. Okulun bahçesine girdik. Dedem kapanmış kapıyı zorlarken, küçük bir öğrencinin dikkatini çektik. “Birine mi baktın amca?” diye sordu. 93 yaşındaki dedemin “Okuluma geldim. Ben de bu okulda okudum” demesiyle, çocuğun yüzünde şaşkın bir ifade beliriverdi. Küçük, keyifli bir sohbetin ardından oradan ayrıldık. Dedem kendi evinin ve babaannemin evinin olduğu yerleri gösterirken telefon çaldı. Arayan babaannemdi. Zor yürüdüğü için gelememişti ama aklı da, kalbi de bizimleydi. Meraktan yerinde duramıyordu. Ancak dedem, onun hayallerini yıkacak sözleri söylemişti bile: “Hiçbir şey bekleme buradan; hepsi yıkılmış.” Babaannemin ne düşündüğünü bilmiyorum ama onun adına hepimiz üzülmüştük.

Gecekondunun bahçesindeki mezarlar

Ertesi gün çok önemli bir işimiz vardı. Babaannemin asıl merak ettiği şeyi yapacaktık; babasının mezarını ziyaret edecektik. Yerini Muhsin Amca biliyordu. Vefatından sonra mezarı sık sık ziyaret etmiş, tabiri caizse sahipsiz bırakmamıştı. Onun rehberliğinde mezarlığa vardık. Mezarlar bir gecekondunun bahçesindeydi. Babaannemin babasına, kardeşi tarafından, Latin harfleriyle “O. BUDAK” yazdırılmıştı ama 1915 öncesine ait mezar taşlarında Ermenice yazılı soyadları bulunuyordu. O soyadlarını incelerken tanıdık bir soyadı gözümüze ilişti: UZUNYAN. Babaannemin anneannesi ile dedesinin mezarlarını bulmuştuk. Mezarların başında dua etmek istedik. Alin Tantik önceden düşünmüş, yanında khunk (mezar başında yakılan bir çeşit tütsü) getirmişti. Bu topraklarda kaybolmaya yüz tutmuş bir geleneği yaşamanın mutluluğuyla oradan ayrıldık. Ancak henüz mezarlarla ilgili görevimizi tam olarak yerine getirmiş sayılmazdık. Muhsin Amca’nın en büyük arzusu, babaannemlerin de her zaman kalbinde olan bir meseleydi; mezarlığın koruma altına alınmasını istiyordu. Alin Tantik konuyla ilgilenmiş, ailenin Aksaray Belediye Başkanı’yla tanışmasını sağlamıştı. Geleceğimizden haberdar olan Belediye Başkanı önce ayrıntıları dinledi, ardından Belediye’nin mimarıyla bir toplantı yapıldı. Mezarlar yerinde görüldü. En nihayetinde derdimize derman olacak sözü aldık. Öte yandan, mimar, bu saha çalışması ve anlatılan hikâyelerden çok etkilenmiş olacak ki, ailesinin Aksaraylı olduğunu, bizimkileri tanıyabileceğini söyledi. Yanımızdan hemen annesini aradı. Babaannemin adını söylediğinde aldığı tepkiyi, mimarın kahkahalarından tahmin edebilmiştik. Annesi çok sevinmişti. Meğer babaannem, annesi ve teyzesine elbiseler dikmiş zamanında. Bir iz daha bulmuştuk. Anılar yok olmadan, tarih kitaplarının sayfalarında soğumadan, bir iz daha..

‘Keşke daha önce yıksalardı ambarımızı’

Bu arada, 93 yaşında bir ‘canlı tarih’ bulunca hemen bırakmak istemediler tabii. Belediye’yle çalışan, Aksaray tarihiyle ilgili bir kitap hazırlığında olan bir tarihçi geldi dedemi ziyarete. Dönemin Aksaray’ını dinlemek için sabırsızlanıyordu ama dedemin anlattıklarıyla yüzü birden değişti. Anlaşılan, o zamana kadar, Aksaray’da yaşamanın nasıl güzel bir şey olduğunu anlatan insanlarla karşılaşmıştı sadece. Dedem, bir ‘gâvur’ olarak yaşadığı zorlukları anlattı, hiç durmadan. O âna kadarki suskunluğunun doğal bir sonucuydu sanki bu dökülme. Yaşının verdiği cesaretle, evimizin dört duvarına hapsolmuş anlatılar birdenbire çıkıverdi ağzından. Konuşmasını, “Keşke daha önce yıksalardı ambarımızı da, İstanbul’a daha önce gelseydik” cümlesiyle bitirirken, yılların baskısından, sansüründen arınmıştı âdeta.

Seyahatlerin en ilginciydi belki de memleket keşfi. Kayıp bir memleketin izinde, anıları dinleyerek oradan oraya savrulmuştuk. Çok sevildiğimi de hissettim, istenmeyebileceğimi de anladım bu seyahatte. En azından, artık sorduklarında rahatlıkla söyleyebileceğim bir memleketim olmuştu benim de. Çocukken masal gibi gelen “Anadolu’da eskiden Ermeniler de yaşardı” cümlesi, bir nevi gerçeğe dönüşmüştü gözümde. Kayıp da olsa, yok olmuş da olsa, anıların izlerinin silinmediği ve belki de asla silinemeyeceği bir memleketim vardı artık. Ama yine de, tek bir gerçek vardı. Bazı yaralar zamanla iyileşmiyordu işte...

Kategoriler

Güncel Azınlıklar

Etiketler

Aksaray


Yazar Hakkında