Orwell’dan aykırı denemeler

ARSEN KOCAOĞLU 

George Orwell’ın keskin tespitleri ve adeta kehanet niteliğindeki öngörüleriyle sarsıcı edebi ve siyasi eleştiri yazılarını bir araya getiren ‘Dali’den Karakurbağasına Bazı Düşünceler’ kitabı Begüm Kovulmaz’ın çevirisiyle Sel Yayıncılık’tan çıktı. Adının da işaret ettiği gibi, İspanya İç Savaşı’nın tarihinin nasıl yazılacağı meselesinden, Arthur Koestler’in eserlerinin edebi eleştirisine, modern spor kültürünün milliyetçilikle arasındaki bağdan bilimin siyaset ve iktidarla olan ilişkisine kadar uzanan birçok farklı konunun ele alındığı, insanı II. Dünya Savaşı yıllarının kültürel-politik ortamı ve dönemin günlük hayatı üzerine düşünmeye davet eden bir kitap bu.

Sanatçının ahlakı, eseri değersizleştirir mi?

Kitapta Orwell’ın, 1939-1946 tarihleri arasında, Tribune, Evening Standard, Saturday Book gibi İngiliz gazete ve dergilerinde yayımlanmış 14 yazısına yer veriliyor. Agos Kitap/Kirk’in iki sayfasında bütün bu yazılar üzerine eğilmek mümkün değil, o yüzden bende en çok iz bırakan makalelere kısaca değinmekle yetineceğim. Orwell’ın ele aldığı en çarpıcı konulardan biri Dali’nin ‘Hayat’ adlı otobiyografisi. Orwell’ın İngiltere’de kültür sanat hayatına odaklanan ve yıllık bir derleme olan Saturday Book için kaleme aldığı bu yazı 1944 yılında müstehcen olduğu gerekçesiyle sansüre uğradı. Orwell burada Dali’nin resimlerini hayata yöneltilmiş dolaysız bir saldırı olarak değerlendirirken, ünlü ressamın genel geçer ahlak anlayışının sınırlarını aşıp geçen bakış açısı ve karakterini de yerle bir ediyor. Dali’nin otobiyografisinin ve eserlerinin eleştirisini yaparken, sanat ile etik arasındaki ilişkinin tanımlanmasının zorluklarını da tartışıyor. Sanatçının karakterini ve eserlerini tüm ahlaki değerlerden bağımsız bir şekilde mi değerlendirmeliyiz? Sanatçı sanat adı altında ortaya koyduğu çalışmalarıyla ahlaki değerlerden muaf tutulabilir mi? Orwell, Dali’nin çizimlerindeki olağanüstü yeteneğini ve ortaya koyduğu eserlerin başarısını teslim etse de, bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: “Ahlaki açıdan onaylamamak kişinin durumu daha iyi anlamasını sağlamıyor. Fakat ‘önyargısızlık’ adına ‘Takside çürüyen manken’ gibi fotoğrafların etik açıdan tarafsız olduğunu da iddia etmemek gerek. Hastalıklı ve iğrenç şeyler bunlar, Dali hakkında her türlü araştırma bu hakikatı temel almalı.” Orwell’ın görüşlerinden yola çıkarak, Şubat 2014’te Dylan Farrow’un üvey babası Woody Allen tarafından cinsel istismara uğradığını belirten açık mektubu üzerine Agos Şapgir’de yayımlanan ‘Sanatçının ‘ahlakı’ eseri değersizleştirir mi?’ soruşturmasını da not düşmek istiyorum.

1940’lardan 2000’lere spor

Orwell’ın 1940’lar spor dünyasını ele alan ‘Sporun Ruhu’ yazısında ortaya koyduğu bakış açısı, aynı dünyanın bugünkü hali dikkate alındığında halen geçerli. Modern spor kültürünün nasıl ortaya çıktığına dair bir sorgulamaya girişen Orwell’ın altını çizdiği, uluslararası spor müsabakalarının sahne olduğu nefret çılgınlıkları, bireysel aidiyetin kitlesel hareketler içerisinde yok oluşu ve sporun fair-play ile alakası olmayan milliyetçilikle yakın ilişkisi günümüzde de canlılığını koruyan temel sorunlar arasında. Orwell’a göre, İngiltere ve Birleşik Devletler’de sermayenin büyük yatırımları sonucunda oyunların kalabalıkları kendine çeken heyecan verici ve tutkulu etkinliklere dönüşmesiyle, başta en şiddetli rekabet sporları olan futbol ve boks olmak üzere türlü kitlesel spor faaliyetleri hızlı bir şekilde yaygınlaştı. Bu bağlamda Orwell, sporun sembolik bir araç olarak ulus devlet ve milliyetçilikle olan yakın ilişkisine de dikkat çeker. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde sporun önemli bir propaganda aracı olarak hizmet gördüğü açıktır. Sporda gösterilen başarının ulusun prestijinin göstergesi olarak değerlendirilmesi, olimpiyatlarda ülkelere göre yapılan geçit törenleri, okunan milli marşlar ve alınan madalyaların sıralamasının ülkelere göre yapılması, Orwell’a göre uluslararası spor karşılaşmalarını sembolik bir savaşa dönüştürür.

Birkaç somut örnek vermek gerekirse, 1936 Berlin Olimpiyatları ‘Aryan ırk’ın üstünlüğü iddiasını kanıtlayabilmek açısından önemli bir fırsat olarak görüldü. Sporun ulusla özdeşleştirilmesinin hemen yanı başımızdaki örneği olarak, Berlin Olimpiyatları’nın öncesinde, Beşiktaş kurucu üyesi Ahmet Fetgeri’nin ulusal mücadelenin başlangıç günü olarak ‘Atatürk Günü’ adı altında kutlanan 19 Mayıs’ın ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ adıyla milletçe kutlanmasını öneren teklifinin kabul edilmesi gösterilebilir. “Kendini büyük güç odaklarıyla özdeşleştirip her şeyi rekabet ve prestij açısından değerlendirme çılgınlığı modern bir alışkanlık. Spor organizasyonlarının insanların hareketsiz, en azından sınırlandırılmış hayatlar yaşadığı, yaratıcı çalışmalara fırsat bulamadığı şehir hayatlarında daha fazla ilgi gördüğü de başka bir gerçek.” Pekâlâ 2000’li yıllarda yazılmış gibi duran bu cümlelerse, Orwell’ın analizinin geçerliliğini ortaya koyuyor.

Bilim ve siyaset

Orwell bilim ve bilim insanın toplumdaki yerine ve önemine dair ‘Bilim Nedir?’ başlıklı makalesinde, bilim insanının siyasi ve sosyolojik meseleler, etik, felsefe ve sanat hakkındaki görüşlerinin bilimsel eğitim almamış birine kıyasla daha değerli addedilip addedilemeyeceğini irdeliyor. “Dünya bilim insanları tarafından yönetilse daha iyi bir yer olurdu” kanısına karşı çıkarak, bir kimyacı veya fizikçinin politik açıdan bir şair ya da avukattan daha nitelikli veya üstün olduğunun savunulamayacağını belirtiyor. Fikrini milliyetçiliğe direnebilme becerisine dayandırarak, genellikle bilimin enternasyonalliği ön plana çıkartılsa da, bilim alanında çalışan kimselerin aslında kendi hükümetlerini desteklediklerini ve bu konuda yazarlarla sanatçılara göre daha az vicdani çekince duyduklarını belirtiyor. Örnek olarak ise, Alman bilim dünyasının Hitler’e hiç direnmeden Alman savaş makinesinin inşa edilmesinde ve savaşın gelişiminde üstlendikleri role dikkat çekiyor.

Orwell bilimsel eğitimin rasyonellik, kuşkuculuk ve deneysellik anlamına gelmesi gerektiğini savunurken, eğitimin fizik, kimya, biyoloji ve diğer doğa bilimlerine ağırlık verip edebiyat, tarih ve sanatı geri planda bırakması halinde işe yaramak bir yana zararlı dahi olabileceğini gösteriyor. “Bu türde eğitim, ortalama bir insanın düşünce menzilini kısıtlar ve onu bilgi sahibi olmadığı alanlarda daha kibirli birine dönüştürürdü; siyasi tepkileri de tarihi belleğini koruyan ve sağlıklı bir estetik algısı olan cahil bir köylüden daha az kavrayışlı olurdu” olurdu diyen Orwell, günümüz dünyasında da kanamaya devam eden bir yaraya parmak basmış oluyor.

Etnosantrik bakış açısına dayalı bilimsel çalışmalar ve teknolojik gelişmelerle birlikte savaşların meşrulaştırıldığı, faşizmin sıradan bir hale geldiği, Avrupa’nın göbeğinde Holokost’un gerçekleştiği bir dönemde fikirle direnebilmek ve üretebilmek daha da anlamlıdır. Orwell’ın eleştiri yazıları modern zamanın dayatmalarına keskin kalemiyle karşı koyabilmenin iyi bir örneği ve bizlere halihazırda içinde bulunduğumuz olağanüstü koşullar altında tarih sahnesinde yalnız olmadığımızı hatırlatıyor.

Dali’den Karakurbağasına Bazı Düşünceler
George Orwell
Çeviri: Begüm Kovulmaz
Sel Yayıncılık
128 sayfa.