Hakkâri’de düş ile gerçek arası bir dünya

Ferit Edgü’nün aynı adlı romanından uyarlanıp Sarı Sandalye ekibi tarafından sahneye konan ‘O / Hakkâri’de Bir Mevsim’i, Sarı Sandalye ekibi anlatıyor.

ALTUĞ YILMAZ
ÜMİT YILDIZ

Anlamak ortak bir dil gerektirir, ortak dil ise, Ferit Edgü’nün deyimiyle, ortak yaşam, ortak bilgi, ortak birikim, ortak düş ve kimi yerde ortak düşüş demektir. Bu durumda, bir bölgenin gerçekliğinden uzak kalarak, gerçekliğine göz yumarak ya da onu inkâr ederek, oradaki insanlarla ortak dil kurabilmek mümkün müdür? Edgü’nün aynı adlı romanından uyarlanıp Sarı Sandalye ekibi tarafından sahneye konan ‘O / Hakkâri’de Bir Mevsim’ bu soruların yanıtlarını izleyicilerle paylaşıyor. Oyun, seyirciyi, hâlâ sürdürülebilir bir ortak dilin oluşmadığı coğrafyada yaşayan insanlarla buluşmaya ve oranın şartlarıyla yüzleşmeye davet ediyor. Hem metni, hem sahne uyarlaması, hem de oyuncuların performansıyla dikkat çeken oyun hakkında, yönetmen Çağdaş Ekin Şişman ve, oyuncu kadrosunda yer alan İlyas Özçakır ve Kutay Sandıkçı’yla konuştuk.

‘Sarı Sandalye’ ekibi nasıl kuruldu?

İlyas Özçakır: Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’nda (GSÜTT) ve Galatasaray Üniversitesi mezunlarının kurduğu ‘Tiyatro Öteki Hayatlar’da uzun yıllar birlikte çalıştık. 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelemek üzere çalıştığımız, Georges Perec’in ‘Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi’ oyunundan sonra ‘Tiyatro Öteki Hayatlar’dan ayrılıp, 2014’te ‘Sarı Sandalye’yi kurduk. Kurucu ekipte yer alanlar olarak, hepimiz, GSÜTT’nin her sene başında düzenlediği ‘Sarı Sandalye’ adlı tanışma gününe katıldığımız için bu ismi benimsedik. Perec’in oyunundan sonra, Knut Hamsun’ın ‘Açlık’ ve Edgü’nün ‘O / Hakkâri’de Bir Mevsim’ romanlarını sahneledik. Her iki oyunun da gösterimi devam ediyor.

‘O / Hakkâri’de Bir Mev-sim’i sahneye uyarlamaya nasıl karar verdiniz?

Çağdaş Ekin Şişman: Üç aylık bir metin okuma atölyesinin ardından, Nisan 2015’te karar verdik bu işi yapmaya. Metinle yoğrulmadan önce Ferit Edgü’nün külliyatını okuduk, bu romanın sinema uyarlamasını izledik, ayrıca yazarın referans aldığı varoluşçu eserleri inceledik. Yiğit, ben ve Erhan Çene, romanı oyun metni haline getirebilmek için dört ay çalıştık. Bu süreçte, yoğun olarak, romanı neresinden ele alacağımızı tartıştık. Erhan’ın da katkılarıyla, dramaturjiyi ‘bellek’ ekseninde oluşturduk. Oyunun metnini, karakterin ‘yabancı’ oluşu ve gittiği yerde yaşayan insanlarla ortak bir dil oluşturma çabası üzerine inşa ederek, romanın merkezini değiştirdik. Sahnelemede de buna özen göstererek, ana karakterin yalnız kaldığı, kendi içinde yoğrulup fikirlerini geliştirdiği sahnelerle, gittiği yerdeki yaşamsal mücadelesini içeren sahneleri ayırmaya çalıştık. Hazırlık sürecini beş ay süren provalar takip etti. Oyunda denizciliği de çağrıştıran halatların kullanımıyla, sürekli yaratılan ve bozulan bir mekân algısı ortaya çıktı. Bundan hareketle, kitaba da paralel olarak, düş ile gerçek arasında bir dünya kurduk.

Romanın biçimsel açıdan taşıdığı yalınlık ve şiirsellik oyunun sahnelenme biçimini de etkiledi mi?

ÇEŞ: Elbette. Romanı okurken hissettiğiniz o akıcı şiirsel dili sahnede yakalamak ve korumak çok zordu. Beden ve ses egzersizlerinin yarattığı ahenkten faydalanarak, romanın akan, yalın dilini metne de özen göstererek sahneye taşımaya çalıştık.

Edgü, 1960’lı yılların ilk yarısındaki kişisel deneyimlerine dayanan bu romanda, ‘Beyaz Türk’ün Kürt kimliğiyle karşılaşmasını ‘Kürt’ demeden anlatıyor. Aradan 50 yıl geçmiş, ülkenin batısı, Kürt gerçekliğiyle çoktan, çok çeşitli şekillerde tanışmış ve bu konudaki algılar, bakış açılarında önemli dönüşümler yaşanmışken, bu roman, dolayısıyla oyununuz, ‘tarihten bir kesit’ sunmanın, geçmişe ilişkin bir hikâye anlatmanın ötesinde, bugün için nasıl bir söz söylüyor?

Kutay Sandıkçı: Hem roman hem oyun bölgedeki imkânsızlıkları ve çocuk ölümlerini ele alıyor; bu açıdan romanın yazıldığı dönem ile bugün arasında büyük bir fark olduğunu söyleyemeyiz. Hikâye, Batı’dan gelen bir öğretmenin bakışından, belleğinden aktarılıyor. Bahsettiğiniz ‘Beyaz Türkler’ Kürt kimliğiyle tanışmış olsa da, bu kimliğe yönelik inkâr devam ediyor. Ortak dil kuramama, diğer bir deyişle iletişimsizlik, çözüm yollarının tıkanmasına sebep oluyor.

İÖ: Oyun, bugün Türk ve Kürt kimlikleri arasında yaşanan sorunların ilk kıvılcımlarını veriyor bize. Bu kıvılcımların sebeplerini bilmek, başka bir deyişle gerçekle yüzleşmek, ortak bir dil oluşturabilmenin temeli. Bu anlamda oyunun, Kürt sorununu anlamaya çalışan, bu sorun üzerine kafa yoran, politik insanlara belki çok faydası olmaz. Diğer taraftan, ülkede büyük bir çoğunluğun apolitik ya da çok yüzeysel olarak politik olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, oyunun ‘ortak dil kurma’ yolunda bir şeyler katabileceği çok geniş bir kesim var. Yalnız bu kesim de, böyle bir oyuna gelmeyi tercih etmiyor; bu da paradoksal bir durum yaratıyor tabii.

ÇEŞ: Oyun bizi, sorunun sorumluluğunu paylaşmaya da davet ediyor. Birlikte yaşamaya dair sorumluluktan bahsediyorum. Mevcut sorunların temelini tartışmadan, anlamaya çalışmadan böyle bir sorumluluk alabileceğimizi düşünmüyorum. Sorunların temelinde, yabancılık ve birbirini anlayamama var.  Çözüm için birilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Birlikte yaşama sorumluluğunu Batı’ya ya da Doğu’ya yüklemek yerine, hep birlikte üstlenmeliyiz.

Seyircinin tepkileri nasıl? ‘Siyasi mesaj’ beklentisi olanları tatmin ediyor mu oyun?

KS: Genelleme yapmak zor ama, mesajını daha açık olarak veren, daha natüralist sahnelemesi olan bir oyun beklentisiyle geliyor o kesim. Oyunun mesajı hakkında, izleyicinin entelektüel kimliğinden bağımsız olarak, benzer beklentiler var; sahnelenme biçiminde deneysellikle karşılaşan izleyici, bazı şeylerin eksik kaldığı düşünülebiliyor. Fakat oyunun üslubunu beğenen, anlatılan hikâyenin kendisine geçtiğini ifade eden daha fazla izleyici var.

Kategoriler

Kültür Sanat Tiyatro