Bir istihbaratçının ‘tövbekâr misyoner’ olarak portresi

Onun adı son olarak, geçenlerde açıklanan Zirve katliamı davası ek iddianamesiyle gündeme geldi ama kamuoyu İlker Çınar'ı ilk kez, 2004-2005 yıllarında tövbekar olup tekrar Müslümanlığa dönen eski Protestan misyoner ve papaz olarak tanıdı. Gerçi Türkiye Protestan cemaati için İlker Çınar, 1993’lerden bu yana çok aşina oldukları bir isim.

FERDA BALANCAR
ferdabalancar@agos.com.tr

Çınar, tövbe edip Müslümanlığa dönmeden önce Tarsus Uluslararası Protestan Kilisesi’nin baş pastörü olarak Protestan cemaati tarafından tanınan, saygın bir din adamıydı. 1970 doğumlu İlker Çınar’ın 42 yıllık yaşamı, Türkiye’de çok yaygın olan “misyonerlik fobisi”nin kim ya da kimler eliyle sürekli canlı tutulmaya çalışıldığını açıklayan son derece çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Tarsuslu uzman çavuş

Kahramanımız, 1970’te Tarsus’ta orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus’ta tamamladıktan sonra 1990-91 yıllarında askerliğini er olarak Tuzla Piyade Okulu’nda yapar. Askerliğini bitirdikten sonra iş bulmakta zorlanan pek çok lise mezunu gibi çareyi TSK’nın açtığı uzman erbaş sınavına girmekte bulur. 1992’de girdiği ve kazandığı sınavın hayatını nasıl değiştireceğini o günlerde herhalde hayal bile etmiyordur. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Babaeski 10. Zırhlı Piyade Komutanlığı’nda göreve başladıktan kısa süre sonra istihbarat şubesine alınır. İlk görevi daha çok askeri personele yönelik istihbarat toplamaktır. Bu sırada İstanbul’daki 1. Ordu Komutanlığı’nda ve Tuzla Piyade Okulu’nda sıkı bir istihbarat eğitimi alır. Bu durum bir yıl devam eder.

1993’te Ankara’daki Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na birtakım gizli evraklar götürdüğü esnada Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde yeni bir istihbarat biriminin kurulacağını öğrenir. Kurulacak yeni istihbarat biriminin amacı “ülke bütünlüğüne, devletin üniter yapısına ve bekasına karşı tehlike oluşturan misyonerliğe karşı önlem almak” ve de “likidasyon, yani tasfiye yöntemiyle misyonerliği ortadan kaldırmak”tır. Genç ve başarılı istihbaratçı, bir dilekçe yazarak bu birime başvuruda bulunur. Bu başvuru esnasında da Zirve katliamı davasında adını sık sık duyacağımız TUSHAD (Türkiye Ulusal Stratejiler ve Hareket Dairesi) ile tanışır, zira misyonerliğe karşı kurulacak yeni istihbarat birimi TUSHAD’a bağlı olarak kurulacaktır. İlker Çınar’ın başvurusu kabul edilir ve hemen ardından daha önce çalıştığı birimle ilişkisi kesilir. Ancak bu ilişki kesme biçiminin kâğıt üstünde “görev yeri değişikliği” ile değil de “disiplin suçu” gerekçesiyle olduğunu çok ama çok sonra öğrenecektir. Öğrenince de çok şaşıracaktır, çünkü o hiçbir zaman bir disiplin suçu işlememiştir.

1993’te kadrosu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan alınarak Özel Kuvvetler Komutanlığı içerisindeki TUSHAD’a bağlı Beyaz Kuvvetler Komutanlığı’na verilir. Kendi iddiasına göre bu tarihten sonra yaptığı tüm faaliyetlerle ilgili ayrıntılı bilgiler Ankara’daki Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ait Kozmik Oda’da bulunuyor.

‘Hıristiyan olunacak, ol!’

İlker Çınar’ın yeni görevinden eşinin bile haberi yoktur, çünkü bu çok gizli bir görevdir. Önce Genelkurmay’da aylarca misyonerliğin nasıl bir tehdit olduğu ve misyonerler arasında nasıl istihbarat toplanması gerektiğine dair eğitim alır. Eğitim ‘kontr espiyonaj’, yani casusluk tekniğine göre verilir. Amaç, misyonerlerin kurdukları kurumlara sızmak, o kurumları ele geçirmek ve istenildiği zaman o kurumları tasfiye edip dağıtmaktır. İstihbarat terminolojisinde bu faaliyetin adı likidasyondur. 

Likidasyon eğitimi tamamlandıktan sonra artık sıra ‘saha’ya çıkmaya gelmiştir. Çiçeği burnunda ‘likidatör’ işe kendi memleketi Mersin’de başlar. Protestan cemaati içinde Kamil Musa adıyla tanınan yazar-radyo programcısı ile tanışır. Kısa süre içinde cemaat içinde kendisini kabul ettirir. Adana, Antakya, Maraş, Antep ve Mersin’de ve çevre ilçelerde İncil ve Hıristiyanlıkla ilgili broşürler dağıtan ve çok iyi tanınan bir misyoner olup çıkmıştır. TUSHAD’daki üstleri de onun çalışmasından çok memnundur; sık sık maaş ikramiyesi alır. 2000 yılında ise misyonerlik kariyerinde önemli bir sıçrama gerçekleştirir. İzmir Efes’te bulunan İncil Akademisi’ne kabul edilir. 2002’de bu okuldan mezun olduktan sonra, pastör yani papaz olarak Marmaris’teki Uluslararası Kilise’ye atanır. Bu arada TUSHAD’tan izin alarak nüfus cüzdanındaki din hanesini Hıristiyan olarak değiştirir. Sıra kendi kilisesini kurmaya gelmiştir. Tarsuslu İlker Çınar, 2002’de Tarsus Uluslararası Protestan Kilisesi’ni kurar ve kilisenin pastörü olur. 2005 yılına gelindiğinde artık o Protestan cemaati içinde özellikle de güney ve güneydoğu illerinde çok iyi tanınan bir dini önderdi. TUSHAD da tabii onun bu yükselişinden çok memnundu ama sıra artık likidasyon faaliyetine gelmiştiR.

‘Müslümanlığa dönülecek, dön!’

İşe kendi kurduğu kiliseyi kapatarak başlar. Ardından Hıristiyanlıktan tekrar Müslümanlığa geçer ve gazeteleri televizyonları gezerek yıllarca içinde kaldığı misyonerlerin nasıl devleti yıkmaya çalıştıklarını, ülkeyi bölmeye çalıştıklarını anlatır. Ancak bu tezlerini kanıtlamak için sık sık kullandığı tek somut argüman vardır: İncil’in Kürtçeye çevrilmesi. Çınar’a göre misyonerler İncil’i Kürtçeye çevirip yayımlayarak ülkeyi bölmeyi istemektedirler. Bu sıralarda katıldığı TV programlarına canlı bağlanan bazı Protestanlar gözyaşları içinde “İlker Abi bu sen olamazsın, lütfen anlattıklarının doğru olmadığını söyle” diye kendisine yalvarsalar da nafile. Zira TUSHAD’tan emir gelmiştir ve tabii emir demiri keser.

‘Tövbekâr misyoner’ için işler yine iyi gitmektedir. ‘Şifre Çözüldü: Eski Başpapaz İlker Çınar Anlatıyor Ben Bir Misyonerdim’ adlı bir kitap da yazar bu arada. 2005’te gittikçe alevlenmeye başlayan misyoner, Ermeni ve Hıristiyan karşıtı kampanyaya elinden geldiğince katkıda bulunmaya çalışır. Bu arada Malatya’daki Zirve katliamını tezgâhlayanlarla da ilişkiye geçer. Zirve katliamının öncesinde ve sonrasında yaşananların en önemli tanıklarından biri olur.

2008’e gelindiğinde İlker Çınar 15 yıllık deneyimli ve oldukça başarılı bir istihbaratçıdır. O güne kadar kendisine verilen emirleri harfiyen yerine getirmiştir. Ancak Ergenekon soruşturmasının başladığı dönemde 11 Haziran 2008’de Bugün gazetesinde yayımlanan bir haber her şeyi mahveder. Haberde İlker Çınar’ın Genelkurmay bünyesinde istihbaratçı olarak çalışan bir uzman çavuş olduğu bilgisi yer alır, üstelik Çınar’ın sigorta bilgileri de kanıt olarak yayımlanır. O artık teşhir olmuş bir ajandır. Üstleri onunla ilişkiyi aşamalı bir şekilde azaltırlar. Ergenekon soruşturması derinleştikçe üstü olarak bildiklerinin teker teker başları belaya girmeye başlar. ‘Başarılı istihbaratçı’ bırakın ikramiye ile ödüllendirilmeyi, hakkında çıkan haberlerden ötürü artık maaş bile alamamaktadır. Ergenekon soruşturmasıyla ilgili bilgiler kamuoyunda duyuldukça kendi ifadesiyle “devlet için değil de farkında olmadan Ergenekon terör örgütü için çalıştığını anlar” ve soluğu dönemin Ergenekon davası savcılarından Zekeriya Öz’ün yanında alır ve tüm bildiklerini anlatmaya başlar.

Önce gizli tanık olarak Deniz Uygar adıyla 24 ve 28 Aralık 2010’da ve 14 Mart 2011’de üç kez ifade verir. Ardından, gerçek kimliği ortaya çıkınca 16 ve 17 Haziran 2011’de, 18 Ocak ve 5 Şubat 2012’de ‘’şüpheli İlker Çınar’ olarak ifade verir. O artık istihbaratçı değil, ‘şüpheli İlker Çınar’dır. Bize ulaşan bilgilere göre, cezaevindeki şüpheli İlker Çınar bir kez daha tövbe edip yeniden Protestan cemaatine dönmeye çalışıyor. Bu kez ona inanan olacak mı bilinmez ama Zirve davası için verdiği bilgiler, Hrant Dink cinayeti de dâhil pek çok olayın aydınlanmasına katkıda bulunacak gibi görünüyor.   

SİYAH KUVVETLER’İN CİNAYETLERİ: ÖZAL, MUMCU, AKSOY, KIŞLALI, BİTLİS...

Çınar, ifadesinde, operasyonel silahlı bir birim olan Siyah Kuvvetler’in 1990’lı yıllarda işlenen Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy gibi siyasi cinayetler ile Gaffar Okkan’ın öldürülmesi olaylarının faili olduğunu ileri sürdü. Çınar, şunları söyledi:

“Eşref Bitlis’in ölümü ile kalp krizinden öldüğü bildirilen Turgut Özal’ın ölümlerinin de bu şekilde değil, bir suikast olduğunu TUSHAD’a girdikten sonra yapılan konuşmalarda bizzat duydum. Ancak şu anda kimden duyduğumu tam olarak bilemiyorum. Turgut Özal’ın ölümü ile ilgili olarak duyduğum kadarıyla kalp krizine yol açacak ilaçlardan olan ve her Beyaz Kuvvet mensubunun da bulundurduğu Polonyum 210 ve Amerikyum 241 isimli radyoaktif ilaçlar Turgut Özal’a verilmişti. Bunun kim veya kimler tarafından ne şekilde verildiğini bilemiyorum. Bu ilaçlar nedeniyle kalp krizinin meydana gelmesi sonucu Turgut Özal vefat etmiştir. Bu ilaçların kanda yapılan kontrollerinde tespitinin zor olduğunu biliyorum. Ayrıca her Beyaz Kuvvet görevlisinde zihin kontrolünü sağlayan LSD isimli haplar da bulunmaktadır. Bu film tablet niteliğinde bir haptır. Karşı casusluk faaliyetleri sırasında gerekli durumlarda kullanılmaktadır. Bu hapı alan kişiye istenilen her şey yaptırılabilir. Bu haplardan bende de vardı. Ancak hiçbir zaman bu hapları kullanmaya ihtiyaç duymadım.”

KÜÇÜK’TEN HIRİSTİYAN VE ERMENİ İNCİLERİ

İddianamede, Veli Küçük, Ahmet Hurşit Tolon, Mehmet Şener Eruygur, Doğu Perinçek, Ergun Poyraz gibi şu an Ergenekon davası sanığı olan isimlerden elde edilen pek çok belgeye ilişkin olarak, “Ergenekon Terör Örgütü’nün ülkemizde bulunan azınlıklar ve misyoner olarak nitelendirdikleri Hıristiyan grupları hedef olarak belirledikleri, bu konuda araştırma ve analiz çalışması yapılmamasını eleştirdikleri, bu gruplara ait ibadet yerlerinin restore edilmesi, inanç turizmi kapsamında yapılan faaliyetler ve Avrupa Birliğine giriş sürecinin milli güvenliğe aykırı birtakım hususları içerdiği konusunu işledikleri görülmektedir” ifadeleri yer aldı.

Küçük’ten elde edilen ‘21.YÜZYILDA CASUSLUK’ isimli, ARALIK 2000 tarihli dökümanın ‘GİZLİ HRİSTİYANLIK PLANI’ başlıklı bölümünde;

“Günümüzde Türkiye’deki Kilise ve Hrıstiyan Kültürüne ait yapıların restore edilmesi için büyük kampanyalar düzenleyerek, kültür ve inanç varlıklarını yaşatmayı ve bu yolla Anadolu toprakları üzerinde hak talebinde bulunabilmenin zeminini oluşturmaya çalıştırmaktadırlar. Türkiye’ye düzenlenen İnanç Turizmi ile, Hıristiyan kültürünün yeniden inşasına çaba gösterildiği, tarihteki Bizans’ın hortlatılmaya çalışıldığı, Türkiye’ye karşı güç birliği ortaklığı oluşturan Ortodoks, Protestan ve Katolik Hristiyanların Ayasofya ve Trabzon Sümela gibi yerleri kendilerine birer ‘Sembol’ olarak belirledikleri yerlerin mülkiyetine sahip olmaya çalıştıkları bilinmektedir. Burada sözü edilen konular, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Tam Üyeliğe kabulü için öne sürülecek koşullar arasında yer alması planlanan ulusal çıkarlara ve milli güvenliğe aykırı son derece sakıncalı planlar inanç temelinde geliştirilen teorilerden yalnızca bir bölümüdür. Ancak, bunlar ve benzer konular üzerinde Türkiye hiçbir araştırma ve analiz çalışması yapmamakta direnmektedir. Bu direnişin benzeri, geçmiş tarihlerde Ermeni Soykırım iddiaları konusunda da yaşanmış ve Türkiye bugün Ermeni Sorunu ile köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır” ifadeleri kullanılıyor.

Kategoriler

Güncel Gündem

Etiketler

Tarsus