Rasyonel saçmalıklarımız

MELİS SOLAKOĞLU

Doğduğumuz andan itibaren bize paket halinde sunulan kuralların kaçını, kaçımız sorguluyoruz? Ya da sorgulamak için, kendimizi akına kapılmış sürüden kurtarmak için yaptıklarımız gerçekten bizi kurtarıyor mu? Saatlerimizi ne için harcıyoruz, zenginliği neyle ölçüyoruz? En iyi evin hangisi olduğuna nasıl karar veriyoruz?

‘Göğü Delen Adam’ namı diğer ‘Papalagi’ ile üç sene önce hocam Mehmet Bozok sayesinde tanıştım onunla ve Tuiavii ile. Samoa takımadalarından Upolu Adası’nda yaşayan Tiavea köyünün şefi Tuiavii’nin gözünden batılı bir insanın yapıp etmelerinin anlam(sızlığ)ı anlatılıyor bu kitapta. Toprağa, iklime, ‘can’a değen Tuiavii için biz betonların arasında yaşayan, değil başkasına değmek kendi bedenini dahi bilmeyen aydınlanmış, rasyonel akılla karar veren Avrupa kültürlü bireylerin tutarlı hiçbir yanı yoktur.

Günahlarımız

Şefin ilk şaşkınlığı bizim bedenlerimizi saklamamız, etimizin gözükmesini günah olarak saymamızdır. Yüz yıllardır özellikle kadınlar üzerinde bedenin saklanmasını buyuran kültürleri ya da bedenin gözükmesinin günah sayılmasını bilen ama kabullenmeyen bir avuç aydın için de bunun saçmalığı aşikârdır ancak bu aşikârlığa ancak entelektüel birikimlerle sahip olabildi onlar, oysa şefin bunu fark edebilmesi için böyle bir birikime ihtiyacı yoktur. Cinsellikle ilgili herhangi bir kavramın dahi konuşulmasının ayıp, günah, yasak sayılan kültürümüzü anlayamayan şef şaşkınlığını “ Şu koca dünyadaki en büyük mutluluk olan insan yapmaya yarayan organların birbirine dokunması da günahtır.” diyerek ifade eder ve bu kadar doğal bir eylemin saflığına değinir.

Şef bizim oturduğumuz barınakları da beğenmez, ona göre altı – üstü, sağı - solu taşlarla çevrili bir alanda nefes almaya, yaşamaya çalışırız biz. Tahmin edebileceğiniz gibi bu taşlar apartman dairelerinin duvarlarıdır. Duvarlardan kapıya, kapı zilinden pencerelere, odaların (aslında ona göre kutuların) büyüklüğünden ne amaçla kullanıldıklarına kadar her şey şefin dikkatini çeker ve her birini çok yalın ve yalın olduğu için de ilgi çekici kılan bir anlatımla anlamsızlaştırır.

Tanrı’ya dair

Hıristiyanlığın temelinde yattığı söylenen ancak pratikte özellikle kapitalist sistemin yönetiminde kendini göster(e)meyen sevgiye de değinir şef ve gerçek bir Hıristiyan’a sevmeyi emreden Tanrı’sının da değiştiğini fark eder. Papalagi Tanrı’sını değiştirmiştir, artık onun için en yüce olan ağır ve metal kâğıtlardır yani paradır, birisi Papalagi’ye  sevgiden bahsedecek olsa nasıl küçümsediğini görür ve o kâğıtlar uğruna ruhlarıyla birlikte beden yapılarının da nasıl bozulduğunu görür ve şaşırır. Doğumdan ölüme her şey için para ödenmesi hatta toprak altına girebilmek için yani ölünce gömülebilmek için bile para vermenin gerekliliği de şaşırtıcıdır onun için ve bir tespiti vardır bu konuda: “Avrupa’da, para vermeden herkesin yararlanabileceği tek bir şey buldum; Hava. Havanın da, yalnızca unutulduğu için parasız olduğunu sanıyorum.”

Şefin yurdunda paraya tapınma ve dolayısıyla onu elde etmek için bir uğraş olmadığından Avrupa’da gördüğü para sahipliğinin sonucu olan haksızlığı kardeşler arası haksızlık olarak görür ve şöyle der: “Eğer beyaz adam yemeğini, döşeğini ve evini sağladıktan sonra ayrıca parası artarsa, hemen bu para karşılığında bir kardeşini tutar ve kendi işlerini ona yaptırır.” Buradaki haksızlık kas gücüne dayanan ve elleri kirletecek işleri, kirletenlerin başkasına yaptırmasından ve övgüleri, tüm ağır işleri yapanların yerine sadece kirletenlerin almasındandır. Bu haksızlığı kendimizin de dahil olduğu birçok durumda görebiliriz, mesela misafirimize yemeği başkası yapar övgüyü biz alırız, işyerinde angaryayı işçi yapar övgüyü müdür alır… Bu arada dikkatimizi çekecek bir başka ifade de ‘kardeş’tir. Şefin yurdunda işçi yoktur birbirine yardım eden kardeşler vardır o nedenle beyaz adamın kardeşini tuttuğunu söyler.

Gerçekten zengin olur muyuz paralar cebimizi ağırlaştırdıkça? Evlerimize her şeyi doldururuz, her şey ihtiyaçtır bizim için oysa kaçını her gün kullanırız, kaçına muhtaç hissederiz kendimizi?  Aslında bu muhtaçlık durumu da sunidir, önceleri hayatımızda olmayan nesneleri sırf meraktan olsa da hayatımıza sokar sonra buna alışır ve neden aldığımızı dahi unutup alışkanlık halinde sürdürürüz bu tüketme eylemimizi. Tüketme çoğaldıkça fakirlik de çoğalır aslında, ne kadar çok şeye sahipsek o kadar fakirizdir, ne kadar doğa(mız)dan uzaklaşırsak o kadar fakirleşeceğiz. Zamanda fakirleşeceğiz, mekanda fakirleşeceğiz, sevgide fakirleşeceğiz…

Teknolojiyle gelişmişliğinden dem vurduğumuz, insan başarısının geldiği nokta olarak adlandırırken gururlandığımız 21. yüzyılı bir de şefin gözünden incelersek, başarılarımızın sözde, mesleklerimizin can sıkıcı, zenginliğimizin fakirlik, bilgeliğimizin yanılsama olduğunu fark ederiz. Ayrıntı Yayınları’nın 21. baskısını yaptığı bu kitabı,  şefin eleştirdiği gibi sözde bilgeliğimizi arttırmak için değil ama çok da geç kalmadan gerçekten insanlaşabilmek için her cümlesini anlayarak okumalıyız.

Göğü Delen Adam
Erich Scheurmann
Ayrıntı Yayınları
Çeviri: Levent Tayla
112 sayfa.