İnadın en güzel hali

BİLGEHAN UÇAK 

Yılmaz Vural, futbol izleyicisi olsun olmasın bu ülkedeki herkesin yakından bildiği bir isim. Her şeyden önce iyi bir teknik direktörlük kariyeri var Yılmaz Hoca’nın. Ama onu bu kadar bilindik yapan bu özelliği değil, medyatikliği; futbolcularını saha içinde paralaması, reklamlara, şov programlarına çıkması ve tabii en önemlisi sürekli adı geçmesine rağmen büyük kulüplerde görev verilmeyişi…

Türkiye’de yaklaşık bir otuz teknik direktör var ki, anılarının yayımlanmasını dört gözle beklerdim ama bizim ülkede böyle bir kültür olmadığından bunların hiçbiri yayımlanmazdı. Bir istisna oldu, geçen ay, Yılmaz Vural’ın ‘İnadım İnat’ adlı otobiyografisi İnkılap Yayınları tarafından yayımlandı. Orhan Bahtiyar’ın yayına hazırladığı kitabı çıkar çıkmaz aldım. Dedim ya, teknik direktörlerin anılarının yayımlanmasını dört gözle bekliyordum, diye, sebebini anlatayım.

Bu adamların bambaşka bir Anadolu panoraması anlatabileceklerine inanıyorum. Kolay kolay kimsenin bilemeyeceği “siyaset-para-spor” ilişkisini bilmelerini geçtim, ki isterseniz buna şikeyi de ekleyebilirsiniz, benim beklentim Anadolu üstünden yakın dönem Türkiye tarihini istemsiz olarak anlatmaları. Yoksa futbol dedikoduları çok da mühim değil.

Çılgın bir malzeme

Teknik direktörlerin şöyle bir özellikleri var: Bu adamlar, gittikleri neredeyse bütün şehirlerde halkla kucaklaşıyorlar, halk onları seviyor, gider gitmez şehrin en ileri gelenlerinden sayılıyorlar, bütün kapılar onlara açılıyor. Belediye başkanına, valiye, milletvekiline, kentin rektörüne, en zengin ailelerine yahut en güzel lokantasının sahibine ulaşmak gibi bir dertleri olmuyor. Bir örnek vereyim, sadece Gençlerbirliği’ni anlatarak Ankara’ya -ve dolayısıyla Türkiye’ye- dair o kadar çok şey anlatmak mümkün ki… O ilişkiler, “un fabrikasının” hikmeti, para, menajerler, siyasetçiler, futbolcular, onların dünyaları… Çılgın bir malzeme var bu “hocaların” elinin altında!

Yılmaz Vural’ın kitabına geri dönelim. “Yanlış hatırlamıyorsam 1960 ihtilalinden kısa bir süre sonraydı. Bir gün annemin yaptığı böreklerden polislere götürmüştüm. Annem polislere yiyeceklerden ikram etmeyi, polisler de hem beni hem de annemin böreklerini çok severlerdi. Polislerden biri götürdüğüm bir tepsi böreği kendi yemek kaplarına doldururken aralarından en genç olanı başımı okşadı. ‘Madem buraya kadar taşıyıp yoruldun. Yarın sabah erken gel ve beni bu. Sana güzel bir yerden idam izleteyim’ dedi sırıtarak.”

Darbeden hemen sonra, Adapazarı… Küçük bir çocuğa, mükâfat olarak idam izlettirmek isteyen bir polis… Küçük Yılmaz ne yapsam diye düşünürken şöyle diyecek: “Hadi çabuk karar ver. Senin yerinde olmak için sıra bekleyen bir sürü insan var.” İç içe geçmiş yüzlerce, binlerce ıstırap… Son sözü “ben yapmadım” olmuş o adamın, Yılmaz, boğazının kırılışını duymuş. “Hayatımdaki en travmatik anı yaşamıştım o sabah. Neredeyse bir hafta kimseyle konuşmamış, doğru düzgün yemek bile yememiştim. Korkudan anneme de söyleyememiştim durumu. O günden sonra ne zaman idamdan bahsedilse içimi bir üşüme kaplar. Filmlerde dahi olsa o sahneleri izleyemem. Bir insana ne kadar büyük bir suç işlerse işlesin ölüm cezası verilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. (…) En cani dediğiniz kişinin ruhunun bir köşesinde az da olsa vicdan kırıntısı kalmıştır ve o kırıntı onu tüketmeye yeter. Ölüm cezası değil vicdan cezası, bir insana verilebilecek en ağır cezadır.”

Her şeyi bir yana bırakıyorum, sadece bu sahneyi anlatabildiği için, 1960’larda, Adapazarı’nda darağaçlarında insanların asılışını izlemek isteyen kalabalıklar olduğunu, bunun bir mükâfat aracı haline geldiğini, ama aynı zamanda idamın bir çocukta nasıl bir travma ve iz bıraktığını söyleyebildiği için bu kitabın çığır açıcı olduğunu düşünüyorum.

Bugün meydanlarda “idam isteriz” diye bağıran insanların yaşadıklarına da bir projektör tutmuş oluyor Yılmaz Hoca. Elazığ’dan Bursa’ya, Diyarbakır’dan İzmir’e, Türkiye’nin birçok şehrinde takım çalıştırmış, o yörelerin insanıyla, STK’larıyla, esnafıyla, siyasetçisiyle sürekli temasta bulunmuş bir adam ve idamın ne olduğunu anlatıyor. Nasıl korkunç sonuçlara yol açtığını “açık tribüne” bir paragrafta söyleyebiliyor. Teknik direktörler, Anadolu’yu karış karış bilen, genellikle her şehirde sevilen, “hocam” diye hitap edilen insanlar…

Bu biyografi, umarım meslektaşları arasında da bir rekabet başlatır. Şöyle bir düşünsenize… Hikmet Karaman, Ersun Yanal, Mehmet Özdilek, Aykut Kocaman… Bunlar oturup anılarını yazsalar, duyduklarını, başlarından geçenleri, teklifleri, karşı karşıya kaldıkları sorunları, kahramanlıkla hainlik arasındaki gidip gelişleri… Resmi tarihin dışında, benzersiz bir şey çıkmaz mı ortaya? Yalnız, Yılmaz Hoca’ya ve kitabı yayına hazırlayan Orhan Bahtiyar’a bir şey söylemek istiyorum. Kitapta bazı şeylere çok sık vurgu yapılmış; bunların başında Yılmaz Vural’ın bilgisinin çok üst düzeyde olduğu ve parayı hiç önemsemediği geliyor. Bazı şeylerin başkaları tarafından söylenmesi sanki daha iyi olurdu… Yılmaz Vural’ın yer yer çok ciddi şeyler anlatsa da anılarına bu kitapta şöyle bir değindiğini söyleyebilirim.

Anlatacak daha çok hikâyesi vardır hocanın. Mutlaka devam etmeli…

İnadım İnat
Yılmaz Vural
Hazırlayan: Orhan Bahtiyar
İnkılap Kitabevİ
288 sayfa.