VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Türkiye Süryani mülklerinden arta kalanlara el koyduğunda

Ortadoğu’dan iki farklı haber, ne ana akım medyanın ne de siyasi yorumcuların ilgisine mazhar oldu. Birincisi, yüzyıllardır Süryani cemaatine ait olan Midyat’taki kilise, manastır, mezarlık ve diğer mülklere Türkiye otoritelerinin bir başka idari manevrayla el koymasıydı. Meşhur Mor Gabriel Manastırı tarafından bakılan kiliseler ve mezarlıklar, Türkiye’nin güneydoğusunda ayakta kalmayı başarmış küçücük Süryani cemaati tarafından halen kullanılmaktaydı. Agos’a konuşan Mor Gabriel Manastırı Vakfı Başkanı Kuryakos Ergün’ün verdiği bilgiye göre, devredilen toplam mülk sayısı 50 civarında.

İkinci haberse İstanbul’dandı: Dinî grupların Ayasofya ‘müzesini’ camiye çevirmek için yaptıkları baskı yine artmış durumda. 29 Mayıs’ta Ayasofya’yı camiye çevirmek talebiyle yapılan yürüyüşe önderlik edenlerden, Saadet Partisi aktivistlerinden biri, bir söyleşide şöyle diyordu:“Ayasofya’nın taşları kutsal değil, burayı özel yapan bir şey yok içeride, ama Allah bize önemli olduğunu söylüyor.” 29 Mayıs, II. Mehmet yönetimindeki Osmanlı ordusunun Bizans başkenti Konstantinopolis’i fethettiği gün. Ayasofya ilk olarak 537’de inşa edildi. Önce camiye çevrilen Ayasofya, Kemalistler tarafından 1935’de müzeye dönüştürüldü. Bununla beraber, Ayasofya pekçokları için Bizans mimarisinin en güzel sembollerinden biri olarak kaldı; camiye çevrilmesi de tarihinin büyük bir bölümünde bir Ortodoks başyapıtı olduğunu pekçoklarına unutturdu. Heybeliada’da bulunan Ruhban Okulu 1971’den beri kapalı, açılması için verilen sözler hiçbir zaman tutulmadı.  

Bugünün Ortadoğusu’nun sansasyonel haberler konusunda bir eksiği yok: Türkiye’deki Kürt meselesi - Önce Osmanlı, ardından da Türkiye Cumhuriyeti’nin Süryani ve Ermeni nüfusunu imha etmesine sahne olan bölgede bugün aynı Türkiye devleti, bitecekmiş gibi görünmeyen bir savaş veriyor. Hatta tam tersine, iki taraf da hem Türkiye’nin güneydoğusunda, hem de Kuzey Suriye’nin tümünde yeni ve uzun süreli bir çatışma vaziyetine geçmiş gibi görünüyor. Yanısıra, kamuoyunu heyecanlandırıyormuş gibi durmasa da Suriye ve Irak’taki savaşlar sınırsız şiddetiyle ediyor. Irak’ta ‘İslam Devleti’ Halifeliği, başkent ilan ettiği Musul’u, bu ilanın üçüncü yıldönümünde kaybetti. Suriye’deki çatışma ise ‘düşmanımın dostu benim de dostumdur’ seviyesinde bir absürtlüğe ulaştı.  

Bugün tüm Ortadoğu yanıyor. Yeni çatışmalar, bin yılda birikmiş olan medeniyetleri tehdit ediyor. Şimdi baskın söylem ‘Şii’ye karşı Sünni çatışması’ üzerine kurulu. Bölge bu fenomeni Osmanlı – Safevi savaşlarından beri deneyimlememişti. Fakat hepsi bu da değil, Sünni ya da Şii dayanışması, anca Arap, Türk ya da Kürt milliyetçiliğinin vaatleri kadar gerçek. Pek çok Irak-Şii askerî birliğinde ya da Suriye’deki Sünni çoğunluğa sahip isyancılar arasında büyük güç mücadeleleri yaşanıyor. Bölgesel ölçekte bakıldığında Sünni ittifakı, çatlaklarını yakın zaman önce ortaya serdi: Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye’nin müttefiki olan Katar’a karşı ekonomik ve diplomatik bir savaş başlattı. ‘İslam Devleti’ arkasında ölüm ve yıkım bırakarak çöküşe geçti; üstelik arkasında bıraktıkları sadece düşmanlarına değil, güçlendirecekmiş gibi davrandığı gruplara da aitti. IŞİD sadece kiliseleri, Palmira’nın paha biçilmez arkeolojik hazinelerini, Ninova’yı, Musul Müzesi’ni değil, Musul’daki dokuz asırlık El-Nuri Camii’ni de yok etti. 

Ortadoğu’da çok fazla şey oluyor. Öyleyse, bazı mülklere el konması ya da eski kiliselerin camiye çevrilmesiyle ilgili ne endişe duyalım ki, diye düşünebilir bazıları. 

Ortadoğu’da tarihimizi bilmiyoruz. Bir yüzyıl boyunca tarihimizi bilmeyi reddettik, Ortadoğu nüfusunun beşte birine tekabül eden Ortodoks Rumların, Asuri-Keldani ve elbette Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı boyunca tehcir edildiği ve katledildiği gerçeğini göz ardı ettik. Onların mülkleri, eski komşuları ve devlet tarafından yağmalandı. Kültürel mirasları, ibadet yerleri yok edildi ya da en iyi ihtimalle hapishane, ahır ya da cami olarak kullanılmak üzere dönüştürüldü. Koca bir yüzyıl boyunca siyasetçiler ya da ruhani liderler bunlar yaşanmamış gibi davrandı. Entelektüellerimiz, diğer kıtalardaki halkların yaşadığı zulme, binlerce kilometre uzakta yaşanan insan hakları ihlallerine karşı duyarlıyken kendi memleketlerinde işlenen suçlara karşı ısrarla kayıtsız kaldılar; kendi topraklarındaki ilk modern soykırımdan, kendi çöllerindeki ölüm yürüyüşünden bihaber oldular.  

Bugün, Ermenileri, Rumları ve Süryanileri Ortadoğu’nun yabancıları olarak görüyoruz. Ermeniler bir Kafkasya halkı, Rumlar Balkan ya da Avrupa Halkı haline geldi, Asuri-Keldanilerse unutulmuş bir halk oldu. Fakat bu üç halk Ortadoğu medeniyetini kurmuş olan yerli halklardı. Bugünkü Süryanilerin atası sayılan Aramilerin Şam’ı kurduğunu, İskenderiye, Antakya ve İstanbul’un Yunan-Bizans şehirleri olduğunu, Ermenilerin sadece Küçük Asya’nın doğusunda değil, aynı zamanda Kudüs ve Kahire’de de yaşamış olduğunu unuttuk. Bu toplumlar ekonomide, kültürde vs. önemli rol oynadılar. Onların eksikliğinin, bölgede yaşamayı sürdürenler için felaket sonuçları olduğunu görmüyor muyuz? Sadece Ortadoğu’daki feci ilişkiler de değil; Batı ve doğu da onların yokluğu yüzünden krizde değil mi? 

1914’te Osmanlı İmparatorluğu’nda 1,1-1,7 milyon arası Rum, 500-600 bin arası Asuri, Keldani ve Süryani, 1,4-2,1 milyon arası da Ermeni yaşıyordu. Bu nüfusların yarısı 1. Dünya Savaşı’nda öldürüldü, geri kalanları sürgün edildi ya da Müslümanlaş(tırıl)arak Türk, Kürt ve Arap haline geldiler. Bugün Türkiye’de üç bin Süryani ve sadece iki bin Rum yaşıyor. Bu nüfusu Türkiye devletine karşı bir ‘tehdit’ olarak görmek mümkün değil. Ama yine de, Türkiye devleti, bir soykırımdan ve yüz yıldır mütemadiyen devam eden şiddetten kurtulmayı başarmış bu küçücük nüfusa baskı yapmaya devam ediyor. 

Eğer bu küçük medeniyet korunamazsa, Ortadoğu’daki siyasi kültür karşı karşıya olduğumuz muazzam tehlikelere karşı koyabilir mi? 

Eğer geçmişimizi umursamazsak –daha da kötüsü, onu yok edersek– geleceğimizle nasıl yüzleşebiliriz?