Biricik hicret

KEREM GÖRKEM 

Tek karakterli kurguları severim. Öykülerde, yer yer romanlarda, pek çok sinema filminde ve bazen oyunlarda rastladığımız, kimiyle dostuymuşcasına yakınlık kurup kiminin adını bile öğrenemediğimiz bu kurguları okumak ya da izlemek büyük bir keyif verir bana. Bu keyfin en büyük kaynağı, kanımca, bahsi geçen türlerde verilen eserlerin okur ya da izleyiciye insanoğlunu tanıma deneyimini umulanın ya da beklenenin çok üzerinde sunmasıdır. Bütün kentliler hayatlarının bir döneminde, diyelim, ajan olmayı hayal etmiştir. Bulunulması sakıncalı olan yerlere girmeyi, konuşulması yasak kişilere selam vermeyi, bir kuyruk ya da kolye zinciri olup başka bir bedene bitişik yaşamayı istemek suç olmasa gerek. Bütün bu talepleri meşru kılan, öte yandan kurgusuna malzeme edilmiş bir yapıtın çıtasını yükselten şey, şüphe yok, adına merak denilen o öteki hissin ta kendisidir. 

Ayhan Geçgin’in 2015’te yayımlanmış son romanı ‘Uzun Yürüyüş’, beraberinde pek çok övgüyü ve kıymetli eleştiriyi getirmişti. Şimdi, kitabın yayınlanışından handiyse iki buçuk yıl sonra, hem de görünürde hiçbir neden yokken Geçgin’in kitabı üzerine yazacak olma sebebim, metnin başında değindiğim üzere, tek karakterli kurgular üzerinde durmak isteğimden ileri geliyor. 

Anti-kahraman

Roman boyunca türlü isimleriyle onu tanıdığımızı sandığımız, öte yandan sayfalar birbirini takip ettikçe mühim olanın Erkan, Mahmut ya da Mehmet’in aslında kim olduğunu değil de, kimi ya da hangi var olmayanı temsil ettiğini kavrayabilmek olduğunu duyumsadığımız bir anti-kahraman var kurgunun odağında. ‘Uzun Yürüyüş’ün, annesiyle birlikte Güzeltepe’de, bir apartmanın giriş katındaki küçük dairede yaşayan, kendini bildi bileli çeşitli çemberler etrafında dönüp duran, dosdoğru gidecek bir yola bir türlü erişemeyen karakteri, sonunda her şeyi geride bırakıp yola çıkmaya karar verir. Bu niyet, okurun ilk anda hem Türkdilli hem çeviri edebiyat eserlerden tanıdık olduğu, söz gelimi Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ına ve Tanpınar’ın ‘Huzur’undaki Mümtaz’a yakın göreceği bir ‘edebiyat hali’. Gelgelelim, belirli yönleriyle hemcinslerinden ayrılan, kendini onlardan öteye taşıyan bir tadı var bizimkinin. “(…) Sadece aylak, romantik şehir gezgini, tereddütler içinde genç erkek değil”1  diye yazılmıştı onun için. İşte tam da bu tarife uyuyor, ancak ve ancak emsallerinin ‘değilleriyle’ tanımlanabiliyor…

“Kendine sordu: Eskiden ben neydim? Yanıtı: Burada, yıllarımı geçirdiğim bu evde hapistim. Gerçek bu, beni bir oda, yemek, öteki günlük gereksinimler karşılığı burada tutmayı başardılar. Peki ama kim ya da kimler? Ya da belki ne? Yanıtı veremiyordu, işte bu ya da şu, diyemiyordu. Önceden doğru dürüst yaptığı tek şey, yakındaki parka gitmek, parkta dolanıp durmak, çemberler çizmekti. Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor.” (s. 12)

Şehir ve dağ

Geçgin, kurguyu Şehir ve Dağ olmak üzre iki ayrı kitaba bölmüş; anti-kahramanının yolculuğunu kiminin havsalasında iki ‘karşıt mekan’ olarak yer alan Şehir ve Dağ üzerinde seyretmiş. İlkin, annesini uykusunda terk edip şehir hayatından uzaklaşmak adına şehrin içine daldığı, parasını tüketip ise ve kire alıştığı, dağa varmadan evvelki serüvenlerini yaşadığı birinci kitabı okuyoruz. Kişimiz, gözlerini bir hastane odasında, iyi huylu bir doktoru başında görür halde açar. Daha sonra, adı Selma olan doktorun söylediklerinden anlarız ki Gezi Direnişi patlak vermiş, artık bir evsiz olan Erkan, Mahmut, Mehmet ya da her kimse, polisin müdahalesi sırasında yaralanmış ve hastaneye getirilmiştir. Tabii o, bütün bunlardan bihaber, doktorun kendisini eylemci varsayarak sarf ettiği minnet dolu sözlerden, iktidar eleştirilerinden ve çaresizliğinden elle tutulur bir şey çıkaramayacaktır. Yazarın, kitabın yayımlanışından iki yıl kadar önce cereyan eden ve bütün bir Türkiye toplumunun aylar boyu gündeminin en tepesinde yer alan Gezi Direnişi’ni romana malzeme etmesinin biri iyi biri kötü, iki eleştirisi yapılabilir. Her şeyden, ama en çok da siyasilikten uzak olan ‘dümdüz gidip yok olan adam’ kurgusu, sözünü ettiğim düzeyde mühim olan bir toplumsal harekete bulaştığında okuru afallatıyor. Bir devlet memuru konumundaki doktor vasıtasıyla yapılan doğrudan iktidar politikası eleştirisi, Geçgin’in açık sözlü olmaktan uzak, çetrefilli dilini çözüyor ve kitabın bütününde bir eğretiliğe yol açıyor. Öte yandan, baştan sona bir ‘hiçlik’ ve ‘zamansızlık’ temasının okura hissettirildiği Uzun Yürüyüş’te, Gezi vasıtasıyla üzerinden birkaç defa geçilen ‘gerçeklik’ olgusu, romancı kişinin benliğinden, içinde yaşadığı toplumdan ve o günün zamanından kopamadığı itirafını beraberinde getiriyor. Gidişini, yolcuğunu Mahmut kod adıyla doktora açan karakterimiz, bu noktada gerçekliğin kurguyla bütünleşmesine, romanın bir noktada okura yanaşmasına sebep oluyor. 

“Gece birkaç kez uyandı. Sabaha karşı gözlerini bir kez daha açtığında doktorun yeniden odaya girdiğini gördü. Oda hala alacakaranlıktı. ‘Gece neredeyse bitti,’ dedi doktor, ‘bu arada söylediklerin bütün gece kafama takılıp durdu Mahmut. Doğrusu söylediklerin beni şaşırttı. Ama düşününce, galiba anlıyorum, neden şaşırayım? Bir dağ başına, ıssız bir yere gitmek, herkes zaman zaman böyle bir şey ister sanırım. Zaten bugünlerde her şey beni şaşırtıyor. Biliyor musun, çapulcuları tedavi etmek istemeyen doktorlarımız var, inanabiliyor musun buna? Ama belki bu da şaşırtıcı değildir. Neyse, söylediklerini düşününce aklıma şu geldi. Sence hala bir dağ başı var mı? Issız bir yer bulabileceğine gerçekten inanıyor musun? Genç bir çifti tanıyordum. Yıllar önce doğanın içinde yaşayacağız deyip bir dağın yamacına, bir ormanın içine küçük, taştan bir ev yapmışlardı. Şimdi ne yapıyorlar biliyor musun? Mücadele ediyorlar. Kendilerini istemeye istemeye köylülerle birlikte bir maden şirketine, hem de HES’e karşı bir mücadelenin içinde buldular. Oysa istedikleri sakin bir yaşamdı. Anlıyor musun? Yakında Mars bile ıssız bir yer olmayacak.” (s. 69)

Yalnızlığa kavuşmak

Geçgin’in anti-kahramanı da, tıpkı doktorun hikâyesini açtığı genç çift gibi, kendisini bir dağ başında, başka bir mücadelenin içerisinde buluyor. Mekan geçişlerindeki çeşitli atlamalarla kendini dağda bulan karakter, bir zaman sonra saklandığı bir kayalıktan muhtaç bir kızın sesini işitiyor. Yanına alıyor, bakıyor, yardım ediyor ona. Hangi dili konuştuğunu bilmese, söylediklerini anlamasa da çeşitli otlar ve hayvanlardan türettiği yiyeceklerini paylaşıyor onunla. Neden sonra, artık muhtaç olmadığından, iyileştiğinden olsa gerek, onu bırakıp giden kızın yerine bir topluluk geliyor yanına. Kürt gerillaları bunlar. Adsız anti-kahraman, o noktadan sonra bir süreliğine mağaradan bozma kayalığını gerillalarla paylaşır oluyor. Topluluğun arasındaki Türk dilini bilen kişilerle konuşuyor. Bundan hem büyük bir mutluluk duyuyor, hem de kendi idealinin tahribatına gönlü razı olmuyor. Kitabın finalinde, çelimsiz bacakları üzerinde topluluğun terk edişini izleyen, yalnızlığına kavuşan bir portre çiziliyor.

Uzun Yürüyüş başlığıyla anlatılan bu biricik hicret, buradan bakıldığında, metnin başında sözünü ettiğim tek karakterli kurguların edebiyat alanındaki güncel, güçlü ve özgün bir örneği olarak görünüyor. Hüseyin Kıran’ın yapıtlarından esinlenen romanın, başka kitapları esinlemesi, sanıyorum, Türkçe edebiyatta çıtanın iyiden iyiye yükselmesine yol açacaktır.

Uzun YürüyüşAyhan Geçgin
Metis Yayınları
160 sayfa.