Bir kadının benliğine aradığı keşif yolculuğu: ‘Nora: Bir Bebek Evi’

Norveçli oyun yazarı Henrik Ibsen’in 1879 yılında kaleme aldığı ‘Nora: Bir Bebek Evi’ adlı oyun metni, yazıldığı dönemde büyük tartışmalara sebep olmuş. Sebebi, orta sınıf aile yaşantısı içinde evin süs bebeği haline gelmiş olan Nora’nın, yaşadığı hayatın plastikliğini fark ettikten sonra hem bir anne hem de bir eş olma görevini bırakıp kendini keşfetmek için evini terk eden bir karakter olması. Ibsen, böyle bir kadın karakter yaratarak din, ahlak ve toplum ekseninde idealize edilmiş olan kadın figürünü gerçeklerle yüzleştirerek yerle bir etmiş. Kadının aile içindeki ve erkeğin karşısındaki konumunu eleştirmesi bakımından feminist bir metin gibi görünen ‘Nora: Bir Bebek Evi’, Ibsen’in tabiriyle ‘hümanist’ bir oyun.

‘Babamın oyuncak kızıydım, senin de oyuncak karınım’

Nora, hayatı boyunca kendi için düşünmek zorunda kalmamış, çünkü hep başkaları onun adına düşünmüş. Önce babası, sonra da kocası Torvald, daima onun yerine kararlar alırken, Nora’ya düşen, bir yandan kadınca görevlerini yerine getirirken bir yandan da neşe saçmak. Ciddi işlerle uğraşıp kariyerinde yükselen Torvald için, Nora, boş vakitlerinde ilgilendiği bir oyuncak âdeta. Örneğin, dişleri çürümesin diye ona makaron yemeyi yasaklamış. Nora kendi çocuklarına annelik yaparken, bir yandan da Torvald’ın küçük kızı gibi. Her hareketi, her sözü buna işaret ediyor. Fakat Torvald, hayatını bu küçük kadına borçlu olduğunu bilmiyor ve Nora bu sırrı büyük bir gururla saklıyor. Ta ki Torvald, neşeli küçük sincabının ondan habersiz borç alıp bir de imzada sahtecilik yaptığını öğrenene kadar. Bu noktadan sonra Torvald’ın tek düşündüğü, adına sürülecek olan leke. Nora sırrının açığa çıkmasından korkarken, Torvald’ın bu suçu üstlenip kendini feda edeceğine emin, fakat sonuç hiç de düşündüğü gibi olmuyor ve Nora, hayalindekinden çok daha farklı olan gerçek Torvald’la yüzleşiyor. Karşısındaki adam ona tamamen yabancı. Bir mucize olduğuna inandığı evliliği ise, içinde yaşadığı bebek evinde oynadığı evcilik oyunundan ibaret. Bildiği, inandığı şeyler alaşağı olan Nora, bu suni hayata devam etmek yerine tüm rollerinden sıyrılıp başladığı yere dönmeye karar veriyor. Nora, çıktığı yolda kendini bulabilecek mi, bir birey olarak yaşamayı öğrenebilecek mi, bilinmez. Önemli olan bu adımı atması.

Ve sahne...

Dünyanın birçok yerinde, birçok kez sahnelenen oyun, kaleme alındıktan neredeyse 140 yıl sonra İstanbul’da bir kez daha seyirciyle buluşuyor. Oyun, Jale Karabekir ve Feride Eralp’in çevirisiyle, Ali Gökmen Altuğ’un yönetmenliğinde, Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konuyor.

Kadının aile içindeki konumu ve birey olamama durumunu ele alışıyla, yazıldığı dönem için devrim niteliği taşıyan ve hararetli tartışmalara yol açan oyun güncelliğini hâlâ korusa da, oyunu seyrettikten sonra aklıma şu soru takıldı: Bilgi ve düşüncenin bu kadar hızlı yayıldığı, her şeyin hızla değiştiği bir dönemde, sözün 140 yıl önceki gibi söylenmesi mümkün müdür? Ibsen’in öğretici üslubu, oyunun kendi çıkarımını direkt olarak seyirciye söyleyen dili 19. yüzyılın sonlarında belki göze batmıyordu, fakat bugün seyirci adına düşünmek yerine, ona kendi anlamını yaratabileceği bir alan açmak, daha iyi bir tercih olmaz mıydı? Dilde muhafaza edilen bu klişe yaklaşım, . Abartılı ve kontrollü oyunculukla oyunculuklar ve dekorda da kendini gösteriyor. Örneğin, Yeşim Koçak tarafından canlandırılan Nora’nın Noel hediyesi olarak çocuklarına aldığı oyuncaklarla kurduğu ilişki, bebek evine gösterdiği özen, çocuksu karakterinin anlaşılması açısından etkili bir başlangıç olsa da, Ibsen’in Nora’sının çocuksuluğu, şımarıklığı bu andan sonra yerini yapaylığa bırakıyor. Hatta yer yer Brezilya dizilerinden alışık olduğumuz jest ve mimikleri, yükselişleri görür gibi oluyoruz.

Sahnede, burjuva bir ailenin lükse kaçmayan, zevkli döşenmiş salonuna konuk oluyoruz. Yerlere saçılmış oyuncaklar evin içinde sürüp giden sıcak aile yaşantısına işaret ediyor. Fakat dekorda da seyirciyi şaşırtan pek bir şey yok. Hele oyunu önceden okumuşsanız, kafanızda canlanandan farklı bir şey göremeyince biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Artık tiyatroda çok çeşitli, yeni yöntemler deneniyor. Birçok seyircinin, ışık, sahne ve kostümde yeni şeyler görmek, yönetmenin buluşlarına, dehasına tanıklık etmek gibi bir beklentisi var. Bu oyun ne yazık ki bu açıdan pek bir şey sunmuyor. “1879’da Norveç’te yazılmış, 2018 Türkiye’sinde bu şekilde yorumlanmış” da diyemiyorsunuz, çünkü ortada pek bir yorum yok. Metnin barındırdığı güçlü eleştirisi bir kurtarıcı olsa da, sözünü ettiğim klişeler sahneyi zayıflatıyor.

Devir hızla değişirken...

Yaşadığı dönemde oyunlarında toplumsal cinsiyet kalıp yargılarını bu denli eleştiren ve düşünme biçimiyle çağının ötesine geçen Ibsen, bugün oyununu 140 yıl önce tasarladığı haliyle mi sahnelerdi, yoksa çağın imkânlarını ve değişen seyirci alışkanlıklarını göz önünde bulundurarak yeni alternatifler mi üretirdi? İkinci yolu takip ederdi gibi geliyor bana. Üstelik, oyuna büyük beklentilerle gidip 2 saat 15 dakikasını ayıran seyirci, yeni bir şeyler görerek çıkmayı, biraz olsun şaşırtılmayı hak ediyor.

Yine de, Ibsen’in tanınması açısından, en çok ses getiren oyununun bugünün Türkiye’sinde sahneye konması çok kıymetli. Ayrıca, Nora’nın dönüşümünü gören seyirci, kendi hayatına şöyle bir dönüp bakacaktır mutlaka. Oyunun gösterim tarihlerini Şehir Tiyatroları’nın internet sayfasından takip edebilirsiniz.



Yazar Hakkında