Hükümet kendi yarattığı sonuçlarla kavga ediyor

Ekonomide ve medyada önemli gelişmeler oluyor. Doğan grubunun Demirören grubuna satılması, bazı büyük şirketlerin borç yapılandırmaya gitmesi, ABD Doları'nın 4 tl'yi geçmesi bunlardan başlıcaları. Oluşan tabloyu Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Habercilik ve Ekonomi Haberciliği dersleri veren öğretim görevlisi Güventürk Görgülü ile konuştuk.

Haftanın en önemli gelişmesi Doğan grubunun Demirören grubuna devri. Bu satış haberi ilk duyulduğunda epey tartışma yaratmıştı zaten ama bu hafta devir resmen gerçekleştiği gibi satışa ilişkin detaylar da kamuoyuna yansıdı. Doğan grubunun CNN Türk, Kanal D, Hürriyet, Posta, DHA gibi büyük markalarını toplam 916 milyon dolara devretmesi bir yana, Demirören grubunun bu paranın önemli bir bölümünü de (yazılanlara göre 700 milyon dolar) Ziraat Bankası’ndan iki yıl ödemesiz ve çok uygun koşullara aldığı haberleri de basına yansıdı. İki sorum var. Öncelikle 960 milyon dolar böylesi bir satış için normal bir rakam mı? İkincisi bu paranın çok büyük bölümünün bir kamu bankasından çok uygun koşullarla sağlanması (Şu ana kadar bu habere bir yalanlama gelmedi) ne anlama geliyor?

Satış rakamıyla ilgili soruyu ben de Twitter’da kendi kendime sormuştum sonra yine kendi kendime cevapladım. El değiştirmenin düşük fiyata gerçekleşmiş gibi görünmesinde veya gerçekten de biraz düşük olmasının bir dizi nedeni var elbette ama en önemlisi ülkenin dolar bazında fakirleşmesi. Hürriyet, Doğan Medya gibi şirketler halka açık ve el değiştirme piyasadaki hisse fiyatları üzerinden gerçekleştiği için aslında tartışılacak çok fazla bir şey yok. Gazeteci Barış Soydan, satış haberi  sonrasında T24’e yaptığı değerlendirmede Doğan grubu şirketlerinin uzun süredir borsada değerinin altında işlem gördüğüne dikkat çekti. Bunda da iki önemli sebep saydı. Birincisi grubun medya operasyonlarından son dönemde zarar açıklaması, diğeri ise grubun tepesinde sallandırılan damokles kılıcı. Şirketlerin zararında bir değişiklik olmadığına göre satıştan sonra hisselerin yükselmesinin nedeni damokles kılıcının sallandığı yerden kalkması gibi görünüyor. Nitekim satıştan önce Doğan Holding’in piyasa değeri 580 milyon dolar düzeyindeyken satıştan hemen sonra 800 milyon doların üzerine tırmandı. Benzer bir gelişme Hürriyet Gazetecilik hisselerinde de oldu. Satış öncesi Hürriyet’in 140 Milyon dolar civarındaki piyasa değeri satış haberiyle birkaç gün içinde 234 milyon dolara yükseldi, bugünkü değeri ise 181.2 milyon dolar düzeyinde. Geçen yıl 264 milyon lira zarar açıklamış bir şirketin yalnızca el değiştirdi diye bu kadar değerlenmesinin mantıklı bir açıklaması yok aslında. Bu verilerden yola çıkarak Doğan Grubu'nun yüzde 20-25 ucuza gittiğini söylemek çok da yanlış olmayabilir. 

Diğer yandan Doğan Grubu’nun satışını Sabah-ATV’nin satışıyla karşılaştırarak fiyatın çok düşük olduğunu söylüyoruz. Burada da alışverişi dolar üzerinden değerlendirmek biz yanıltıyor.  Bunun nedeni dediğim gibi aslında hepimizin dolar bazında fakirleşmesi. Sabah-ATV satış ihalesi 5 Araık 2007’de gerçekleşti. O gün dolar kuru 1,18 TL düzeyindeydi. Yeni birilerinin 1 dolar 1 TL olur mu diye tartıştığı günlerden söz ediyoruz. 1,1 Milyar dolar o günün dolar kuruyla 1 milyar 298 milyon lira ediyor. Doğan Grubu ise 4,05 TL’lik dolar kuru üzerinden el değiştirdi. Kamuyu Aydınlatma Platformu tarafından açıklanan 916 milyon dolarlık fiyata göre 3 milyar 712 milyon liralık bir fiyat sözkonusu. 2007’deki dolar kuruyla bakacak olursak Doğan Grubu 3,14 milyar dolara el değiştirmiş. Veya tam tersini düşünelim  Sabah-ATV bugünkü dolar kuruyla satılmış olsaydı yalnızca 320,4 milyon dolar edecekti. Yani bugün dolar bazında konuştuğumuz fiyatlar, Türkiye’deki şirketlerin küresel anlamda oldukça kelepir diyebileceğimiz değerlere düştüğünü gösteriyor. Doğan Grubu, hem üzerindeki siyasi baskı hem de ekonomik konjonktürü göz önüne alarak elindeki varlığın değeri daha da düşmeden elden çıkarma yoluna gitti diyebiliriz. 

Satışın ikinci ilginç noktası ise dediğin gibi Demirören Grubu’nun ödediği 916 milyon doların 700 milyon dolarını on yıl vadeli kredi olarak hem de bir kamu bankasından karşılaması. Bu haber şimdiye kadar yalanlanmadığına göre veri olarak kabul edebiliriz. Sabah-ATV Grubu Çalık Holding’e satıldığında da benzer şekilde bir kamu bankası kaynağı kullanılmıştı. Ne Çalık Holding’in ne de Demirören Grubu’nun üstelik de kamu bankalarından böylesine büyük kredileri alacak kadar ödeme gücü ve teminatı var mıdır bilmiyoruz. Genel görüş olmadığı yönünde, bu süreçler şeffaf olmadığı için kesin bir şeyler söylemek oldukça zor. Ancak her ne olursa olsun kamu bankalarının bu kadar işin içinde olması, Türkiye’deki medya dünyasının bizzat siyasi iktidar tarafından şekillendirildiği kanaatini yaratıyor. Bu kanaat hem yurt içindekiler hem de yurtdışından buraya bakanlar için geçerli sanırım. 

Demirören grubunun elindeki Milliyet ve Vatan ile birlikte bu kadar büyük çapta bir medya gücüne sahip olması, medya şeffaflığı ve tekelleşme tartışmaları açısından ne ifade ediyor?

Doğan Grubu Vatan Gazetesi’ni 2007’de satın almış, ancak Rekabet Kurumu’nun duruma itiraz etmesiyle Milliyet ve Vatan’ı 2011’de Demirören’e satmıştı. Yani o tarihte bugün Demirören’in geldiği durumdaydı. Rekabet Kurumu o zaman buna  “Tekelleşme” demişti. Bugün Demirören’le ilgili aynı soruşturmanın yapılacağını ve tekelleşme nedeniyle elindeki bazı gazeteleri çıkarması gerektiğinin söyleneceğini pek kimse düşünmüyor sanırım. 

Türkiye’de medyanın şeffaflığı açısından eskiden de çok iyi bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Medyada tekelleşme veya holdingleşme olgularını sadece 2002 veya özellikle 2010’lar sonrasında tartışmaya başlamadık. Ancak geldiğimiz nokta eskisinden de kötü. Son 40-50 yılı ele alırsak medya dünyasının dönüşümünde üç aşama sayabiliriz. Birinci aşamada cumhuriyet döneminde ortaya çıkan medya patronlarının ağırlığı vardı. O dönemde basın sektöründe büyüyen aileler cumhuriyetin devlet yapısıyla uyumlu şekilde kamuoyunu şekillendirme işlevini öyle veya böyle yerine getiriyorlardı. 

İkinci aşama, basın veya medya dışı işlerde çok hızlı büyüyen grupların medya sahibi olma hevesiyle şekillendi. Özel televizyonların ortaya çıkmasından sonra medya patronluğu karlı değil ama oldukça “faydalı” bir iş olarak görüldü. Aslında bu konuda ilk işaret fişeği Özal döneminde Asil Nadir’in sektöre girmesiyle atıldı ama o erken girişim başka nedenlerle başarısızlığa uğradı. O dönemde sektör dışına çıkan ilk patron Haldun Simavi olmuştu. Ancak daha sonra medya sektöründen geleneksel patronların tamamen silindiği bir sürece şahitlik ettik. Artık Doğuş’u, Karamehmet’i, Ciner’i konuşur olduk. Bunlar sektörün tamamen dışından gelenlerdi. Doğan Grubu ve Uzanlar ise eskiden beri basın sektöründe yer almalarına rağmen basın dışı işlerindeki hızlı büyüme nedeniyle kendilerini bu kez de bu yeni duruma başarıyla uyarladılar. 

Bu “Uyarlama” dediğim şeyin aslında çok geniş bir açılımı var. Üzerinde çok şey söylenip yazılabilir. Bir kere gazeteleri, gazetecilerin veya gazeteci patronların yönettiği geleneksel yapının yerini tamamen küresel anlamda “işletmeler” ve işletme bürokrasileri aldı. Medya şirketlerinin yönetiminde gazetecilerin ağırlığı ve buna bağlı olarak yazı işlerinin “görece özerkliği” diyebileceğimiz durum tamamen ortadan kalkmasa da etki olarak çok daraldı ve vitrine konan birkaç temel prensip noktasına indirgendi. Bu sürece medya çalışanlarının sendikasızlaştırılması, güvencesizleştirilmesi bir tür entelektüel prekarya haline getirilmesi de eşlik etti. Bunu 5-6 yıl arayla hem Simavi döneminde hem de Aydın Doğan döneminde Hürriyet Grubu’nda çalışmış biri olarak söylüyorum.

Üçüncü aşama ise medyanın bu kez hükümet eliyle şekillendirilmesi oldu. Erken 2000’lerde Uzan Grubu’na yapılan operasyonla başlayan bu süreç TMSF gibi kurumların devreye alınmasıyla zaman zaman ivmelenerek bugüne kadar başarılı bir model olarak tekrarlandı. Artık ikinci aşamadaki patronların çoğunluğu çekilmiş durumda. Burada her aşamanın bir öncekinden daha az şeffaf, bir öncekinden daha az özerk, toplum açısından bir öncekinden daha az kontrol edilebilir ve daha az hesap verebilir olduğunu söylememe sanırım gerek yok.

Bu hamlenin Hükümetin arzuladığı bir gelişme olduğunu düşünmek herhalde yanlış olmaz. Demirören grubunun Hükümet ile hayli iyi ilişkilerine bakarak bunun Hükümet açısından faydasını görebiliyoruz. Peki bu devrin Demirören grubuna faydası ne? Evet iktidarı belki sevindirmiş olacaklar ancak böylesi büyük bir medya grubunun kar etmesi mümkün mü?

“Arzulama” kelimesi bana çok iyimser geldi, bilmiyorum sen ne dersin. Bizzat oyun kurucu olan bir gücün sonucu arzulamakla yetineceğini düşünmeli miyiz? 

Evet, diplomatik bir ifade olduğunun farkındayım..(Gülüşmeler)

Burada Türkiye’de halihazırda devletin ekonomi üzerindeki ağırlığının Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden, 60'ların planlı ekonomisinden dahi fazla olduğunu söylememiz gerekiyor. Oysa Özal'dan beri yıllar yılı başımıza gelen her türlü kötülüğün fakirliğimizin, yolsuzluğun filan nedeninin hep devletin ekonomideki ağırlığı olduğunu dinleyip durduk değil mi. O yüzden özelleştirmeler yapıldı, kamu hizmeti saydığımız tüm alanlar özel sektöre açıldı ama sonuç bu. Özal'dan beri “Neoliberalizm” kavramını günlük eleştirilerde çok yaygın bir şekilde kullanıyoruz ama halihazırdaki uygulamanın liberalizmle ne kadar ilgisi var hiç düşünmüyoruz. Klasik anlamda liberalizm dediğinde devletin ekonomideki ağırlığının azalması demek ama başına “Neo” geldiğinde tam tersi sonuçlara yol açabiliyor. Evet, bu bir sermaye birikimi yöntemi ama daha çok cumhuriyetin ilk dönemlerindeki devlet eliyle sermayedar yaratma uygulamalarını hatırlatıyor. O dönem, belki o günkü koşullar nedeniyle mazur görülebilir ama aradan 95 yıl geçtikten sonra hala devlet eliyle sermayedar yaratma çabasının sürmesi neyle açıklanabilir?

Dediğin gibi olaya girişimci açısından baktığımızda da bu kadar büyük bir mali yükün altına girmek rasyonel bir davranış mı çok tartışılır. Sana, bana ya da bir grup gazeteciyi toplayıp bu koşullarda Doğan Grubu’nu verseler kabul eder miydik? Satın aldığımız şirketleri çalıştırıp bu başkaca hiç bir çıkarımız olmadan bu borcu ödeyeceğimizi varsayarak bu işe atlar mıydık? Bir de şunu düşün: daha önce Milliyet ve Vatan’ı satın almışsın, orada ne kadar başarılı olmuşsun, Milliyet ve Vatan'ı ne kadar “Uçurmuşsun", ne kadar kar etmişsin? 

Şimdi bu alımın Demirören'e faydası nedir diye onlara sormak lazım elbette. Ateşteki kestaneleri almaya talip olmanın bir getirisi var demek ki.

Buradan ekonomiye gelelim. Dolar 4 tl, Euro 5 tl. Kurdaki bu yükseliş hem toplumu hem de artık belli ki büyük firmaları da etkilemeye başladı. Ülker’in ardından Doğuş Grubu da bankalara olan kredi borcunu yeniden yapılandırmak için masaya oturdu. Özel sektörün döviz borcunu de hesaba katacak olursak mevcut tabloda ekonomi nereye gidiyor?

Şimdi Dolar'ın dört liraya Euro'nun beş liraya vurması bir sonuç. Bu sonuç nasıl ortaya çıktı? 15-16 yıldır nasıl ve hangi kaynakla büyüdük, ülke olarak kaynaklarımızı hangi alanlara yönlendirdik ki dün bir dolar bir lira olur mu diye konuşurken bugün  dört lirayı geçti? Bu soruların cevaplarını Ekonomi Bakanlığı'ndaki, Hazine'deki Merkez Bankası'ndaki yüzlerce binlerce uzman araştırıyordur herhalde. Yoksa konuyu faiz lobilerine bağlayıp işin içinden çıkıyorlar mı bilmiyorum.  

Ortalama bir büyüme tutturmak için Türkiye'deki tasarruf oranının sermayenin filan yetersiz olduğunu biliyoruz. Bunun için kendi kaynaklarımızın yanına ya yabancı sermayeyi çekmemiz ya da başka ülkelerin tasarruflarını ödünç almamız gerekiyor. Basit bir hesap yapalım. İhracatımız rekor üstüne rekor kırıyor değil mi. Mesela 2017 toplamında ihracat yüzde 10 artmış ve 157 milyor dolara çıkmış. İthalat ise yüzde 18 artarak 234 milyar dolara yükselmiş. Bu her yıl böyle. İhracat ne kadar artarsa ithalat ondan daha fazla artıyor. Aradaki fark yalnızca bir yıl için 77 milyar dolar. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Diğer en büyük gelir kalemi turizm. 2017'de turizm geliri 26 milyar dolar oldu, turizm gideri ise 5 milyar dolar civarında. Yani oradan 20-21 milyar dolarlık bir net kazancınız var. Bunu 77 milyar dolardan düşelim 57 milyar dolar eder. Nereden buluyoruz bu parayı? Özelleştirme geliri artık devede kulak, konut satışı artırılmaya çalışılıyor, asıl gelir ise yabancı sermaye girişi, dış borçlanma ve sıcak para...   

Özal sürekli ev ekonomisi üzerinden açıklama yapardı ben de öyle yapayım. Bir zanaatkar düşün, satışını artırmak için sürekli borçlanmak durumunda. Ne kadar çok üretir ne satar çok satarsa borcu da o kadar büyüyor. Borç alıp satış yapıyor, cirosu sürekli yükseliyor, işletme sürekli büyüyor ama borç da katlanıyor. Bu nereye kadar sürer?  Aylık geliriyle borç taksitlerini karşılayamaz duruma gelene kadar. İşte Türkiye”deki durumun çok kabaca özeti bu.  

Bir yandan da rekor büyüme oranlarından söz ediliyor. Ancak enflasyonun ve cari açığın böylesine yüksek olduğu, döviz kurunun sürekli arttığı, resmi işsizliğin yüzde 10 civarında kemikleştiği bir ekonomide bu büyüme oranları ne anlama geliyor? Büyüme artarken kişi başı milli gelirin düşmesi mesela ne tür bir ekonomik yapının göstergesi?  

Birkaç döneme bakıp rekor büyüme diye bir şeyden söz edemeyiz.  Son 15-16 yılın ortalaması bütün cumhuriyet tarihinin ortalama büyümesinin altında. Ülkenin başına ne gelirse gelsin, ister koalisyon olsun ister cunta, hatta Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz zamanındaki gibi ülkeyi kimse yönetmese bile bu ekonomi, zaten bu kadar büyüyor. Aynı büyümeyi sağladınız ama cumhuriyet döneminin 80 yıllık dış borç stokunu neredeyse dörde katladınız. Övündüğünüz tek şey ise kamunun borcu büyümedi, özel sektörünki büyüdü. Evet önceki dönemlerde kriz kamu borcundan kaynaklanmıştı. Peki soruyorum size kamu kesiminde bir borç krizi yok ama özel sektör patlar da borç ödeyemez duruma düşerse bunun ekonominin geneli açısından sonucu ne olur? Hiç bir farkı olmaz, hatta ekonomi dinamizmini kaybedeceği için daha da kötü sonuçları olur.  

Şimdi Mehmet Şimşek “Dışarıdan borç almayın ortak alın” diyor ya, epey geç kalmış bir uyarı bence. Türkiye'de kimsenin kimseyle ortak olacak hali pek yok herkes aynı durumda. O zaman gözler dışarıya çevriliyor. Yabancı şirketler gelip Türkiye'dekilere ortak olacak... Başta dediğim gibi şirketler zaten kelepir hale gelmiş durumda. Hal böyle iken yabancıların akın akın gelip burada şirket evliliği yaptığı, şirket satın aldığı haberlerini duyuyor muyuz? 2001-2002 sonrasında bu tür haberlerle yatıp kalkıyorduk ama şimdilerde Katarlılar dışında kimsenin Türkiye'de şirket almaya hevesi ve iştahı yok. Bunun nedeni ise tamamen siyasi sisteme duyulan güvensizlik, rekabet koşullarıyla ilgili şüphe ve hukuk sistemimize olan inançsızlık. 

Elinizdeki kısıtlı kaynağı inşaat gibi verimsiz alanlara yönlendirdiniz, dünyada paranın en bol olduğu zamanda o bol parayı yeni teknoloji geliştirmek, ülkede yaratılan katma değeri artırmak için kullanmadınız, kamu kuruluşlarını satıp yeni gelişen sektörlere yatırım yapmak yerine har vurup harman savurdunuz, borç alıp yediniz, diğer yandan hukuk sisteminizi rekabet ortamınızı ikircikli hale getirdiniz. Bunlarla da yetinmeyip bir de sağda solda kavga etmeye başladınız, şimdi de yarattığınız sonuçlarla: döviz kuru ve faizlerle kavga ediyorsunuz.  Nereye kadar?


 

Kategoriler

Genel Güncel


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE