Güle güle Ara Can...

Lübnan doğumlu ünlü film yönetmeni Nigol Bezjian Ara Güler'i ve Güler'in kendisine nasıl ilham verdiğini Agos için kaleme aldı.

NİGOL BEZJİAN

Beyrut. 18 Ekim 2018. Perşembe. 

Bugün, Ara Güler adıyla tanınan Mıgırdiç Ara Derderyan, 90 yaşında hayata veda etti.

Bu muazzam fotoğrafçıyla tanışmamın hikâyesi yıllar öncesine dayanıyor. Halep’te, fotoğrafçılığa tüm benliğiyle, o yaşta birinden beklenmeyecek kadar büyük bir tutkuyla âşık bir yeniyetmeydim. Vaftiz babam kısa süre önce Sovyet Ermenistanı’na gitmiş, bana hediye olarak bir Zenit fotoğraf makinesi getirmişti; onu kullanmayı öğreniyordum.

Halep’te yağmurlu bir sonbahar günüydü. Venedik’te Mıhitarist topluluğunun yayımladığı bir derginin bir sayısı geçmişti elime. Eski şehrin ‘Bab al-Nasr’ [Zafer Kapısı] mahallesindeki evimizde, daracık arnavut kaldırımı sokağa bakan geniş pencerenin yanındaki koltuğun ucunda oturuyordum. (O ev, Suriye’de halen devam eden savaşta bombalandı; artık yok.) ‘Hay Indanig’ [Ermeni Ailesi] adlı bu derginin renkli sayfalarını karıştırırken, İstanbul’da yaşayan, Ara Güler adlı bir fotoğrafçıya dair bir yazı çıktı karşıma. Yazıya eşlik eden siyah-beyaz bir fotoğrafta, penceremin dibindeki sokağa çok benzeyen, arnavut kaldırımı bir İstanbul sokağı görülüyordu. Fotoğrafın kontrastları çok keskindi; siyahlar kömür karası, beyazlar parlak gümüş rengiydi. Sonraları öğrenecektim ki, resimlerini küçük, kırmızı bir ışığın aydınlattığı karanlık odada basan çok az fotoğrafçının yapabildiği bir ustalık işiydi bu. O fotoğraf zihnimden hiç silinmedi.

Onlarca yıl sonra, ‘Kunduralarımı İstanbul’da Bıraktım’ adlı filmimin çekimleri için İstanbul’a gittim. Filmde, artık ‘İstanbul’un gözü’ olarak bilinen fotoğrafçı Ara Güler’in de mutlaka olmasını istiyordum. Şanslıydım, filmin prodüksiyonunda bana yardımcı olanlardan birkaçı onu şahsen tanıyordu. Dediklerine göre hâlâ çabuk öfkelenen biriydi. Onunla çekim yapmak için randevu alacaklarını söylediler; aldılar da. Ama gelmeyebileceğini, konuşmayabileceğini, çekimin ortasında çekip gidebileceğini, huysuz biri olduğunu da söyleyerek uyardılar beni.

Filmin çekimleri sırasında tuttuğum günlüğe, bundan tam yedi yıl, yedi gün önce şunları yazmışım:

İstanbul. Asmalımescit. 11 Ekim 2011. Salı.

… Acele etmemiz gerekiyordu. Ara Güler’le, İstiklal Cadddesi üzerindeki kafesinde randevumuz vardı. Zamanında orada olmalıydık. Sağı solu belli olmayan, bağımsız düşünüp hareket eden bir insan olarak biliniyor; gecikirsek fikrini değiştirip oradan ayrılabilirdi. Yardımcı yapımcı N. Gürbüz aramış, film yapımcısı H. Karabey’den aldığı tripodla kafeye vardığını söyleyip beni sevindirmişti; nihayet bir tripodumuz olmuştu.

Kamera asistanı Deniz Şengenç ve filmin başrol oyuncusu Sako Arian’la kafede, randevu saatinden önce buluştuk. Henüz yeni selamlaşmıştık ki, Dubai’den bir meslektaşım olan Haldun Z.’yi gördüm. Bu tesadüf beni şaşırtmıştı; üstelik, Haldun’un kucağında yeni doğmuş bir bebek de vardı. Ben gelmiştim, o gidiyordu. Ona bir film hazırladığımı, kafeye Ara Güler’le mülakat yapmak için geldiğimi söyledim. ‘Seni kafenin işletmecisiyle tanıştırayım, yeğenim olur’ dedi. Seslendi; Yaşar adında, uzun boylu, sakallı biri geldi. Kısa ve hızlı bir görüşme oldu. Haldun, herhangi bir ihtiyacım olduğunda onu aramam için İstanbul’daki telefon numarasını verdi. Yaşar, televizyon ve film yapımlarında sanat yönetmenliği yapıyormuş; ayrıca, Ara Güler’den bir buluşma mekânına dönüşen bu kafeyi kiralamış.

Biz Haldun’la vedalaştıktan birkaç dakika sonra o geldi. Gecikmemişti. Bir kelebek gibi her masaya uğrayıp müşterilerle selamlaştı. Herkesin keyfinin yerinde olduğunu gördükten sonra, kafenin çalışanlarına kendisiyle görüşmek isteyen kişilerin nerede olduğunu sordu, kibarca bizi gösterdiler. Elini sıkıp kendimi, N. Gürbüz’ü, Deniz’i ve başrol oyuncusunu tanıttıktan sonra, onunla çekim yapmamızı kabul ettiği için teşekkür ettim. Biraz sertti; aksi, hoşgörüsüz, aceleci bir ihtiyara benziyordu ama bir yönüyle de sıcak, canayakındı. “Kahve içtiniz mi? Hadi bir masaya geçelim” dedi. 83 yaşında, ne kadar atik ve enerjik bir adam! Daha bir saniye önce tanışmış olmamıza rağmen, birbirimizi uzun zamandır tanıyorduk sanki.   

Kahvemi yudumlarken, Halep’te geçen çocukluğumdan beri onu tanıdığımı anlatmaya başladım. Daha birkaç cümle çıkmıştı ki ağzımdan, beni durdurup, Türkçeye çalan Ermenicesiyle “Boş paner en, inç guzesgor, aşkhadink bidi ne, jamanag mi gorsuntsuner [Boş şeyler bunlar, ne istiyorsun, eğer çalışacaksak boşa vakit harcama] dedi. Adeta babam vardı karşımda.

Filmin, dedeleri ve nineleri İstanbul’u yüz yıl önce, Ermeni Soykırımı’nın arifesinde terk etmiş olan ve bu şehre ilk kez gelen Lübnanlı bir Ermeni şairle ilgili olduğunu; kendisinden, bu karakteri canlandıran Sako Arian’la konuşmasını istediğimi anlattım.

“Araçin ankamne gukagor?” [İlk kez mi geliyor?] diye sordu. “Evet” dedim. “Türkçe biliyor mu? Ne anlatacağım ben?” dedi. Ermenice konuşmasını, İstanbul’dan, kendi İstanbul’undan söz etmesini istediğimi söyledim. “Ha ağeg, yani fotografnerus masin çibidi pan mı ısem, indor ngarerem, ovun ngarerem filan fıstıkhan, minag Bolisi masin bidi khosink, asiga lav pan mın e, kezi asank ısem, nuyn hartsumneren zızvetsa canım, gertan gukan nuyn panerı gı pındrengor.” [Ha, iyi, fotoğraflarım hakkında bir şey söylemeyeceğim yani, nasıl çekmişim, kimi çekmişim falan fıstık, bunları anlatmayacağım, sadece İstanbul hakkında konuşacağız. Bu iyi bir şey, öyle diyeyim sana. Bıktım artık canım, hep aynı sorular. Gidip gelip aynı şeyleri soruyorlar.]

Bu diyalog çok kısa sürdü. O kadar hevesliydi ki, kahvelerimizi bitirir bitirmez çekime başlamamızı istedi. Çekim boyunca konuştu; neşeli ve alicenap, dobra ve espriliydi.  Çok şey anlattı. İstanbul hakkında, ilk kez âşık olmuş bir gencin tutkusuyla konuştu. Ara’nın şehrine duyduğu benzersiz sevgi birden fazla nesle sirayet etmişti. Bir saat süren çekim Deniz’i çok mutlu etmiş, çok etkilemişti. O ânı ölümsüzleştirmek için birlikte fotoğraf çektirdik. Deniz, Ara’yla Türkçe bir şeyler konuştu, ne üzerine bilmiyorum, ama sonunda kucaklaştılar.  

Çekim tamamlandıktan sonra bana ‘İstanbul’u Dinliyorum’ adlı kitabını imzalayıp hediye etti, telefon numarasını da yazdı; Deniz’e de bir başka kitabını verdi. Ardından, kendisine ait olan, yan taraftaki binanın dördüncü katına çıkıp, eskiden stüdyo olarak kullandığı yere bakabileceğimi ve istediğim gibi çekim yapabileceğimi söyledi. Dört katlı binanın her katı onun çektiği, büyütülmüş siyah-beyaz fotoğraflarla doluydu – Pablo Picasso, Arthur Miller, Dustin Hoffman, Alfred Hitchcock, Maria Callas, Salvador Dali, Sophia Loren gibi birçok ünlü ismin yanısıra, İstanbul’dan ve dünyanın başka yerlerinden, isimsiz balıkçılar, köylüler, fabrika işçileri, yoksul çocuklar, sıradan insanlar... En üst katın duvarları fotoğraflarla, eski sergilerinin afişleriyle, ödülleriyle; onlarca yıllık bir mesleki yolculuğun kaydını tutan basılı fotoğraflar ve negatiflerin yer aldığı, üst üste dizilmiş kutularla dolup taşıyordu. Çekimi bitirdikten sonra ona teşekkür edip vedalaşmak üzere aşağı indik.

Ona sarıldım, iki yanağından öptüm ve kısa süre içinde tekrar görüşme sözü verdim. İçten içe hem üzgün hem de mutluydum; onunla buluşmuştum ama onu bir daha göremeyebilirdim. Hayatta tekrarı olmayacağını hissettiğiniz anlardandı. İtiraf etmeliyim ki, gösterdiği tevazu, açık ve dolaysız tavır beni çok duygulandırmıştı. Orada çok daha uzun bir süre kalabilirdim ama bir an önce, filmin bir sonraki çekim mekânı olan Şişli Ermeni Mezarlığı’na gitmemiz gerekiyordu. Ayrılırken “Acele edin, beyaz mezartaşlarının üstüne düşen ışık güzel olur ama çok sürmez” demişti.

Beyrut. 20 Ekim 2018. Cumartesi.

Arkadaşım Ammar İstanbul’da, Ara Güler’in cenaze törenine katılıyor. Bana cenaze alayından fotoğraflar gönderdi. Türk bayrağına sarılı tabut, bir platforma yerleştirilmiş; arkadaki geniş ekrandan, Ara’nın siyah-beyaz fotoğrafları yansıtılıyor. Binlerce insan matem içinde. Teker teker tabutun yanında durup, kendi şehirlerini sevmelerini sağlayan bu adama son kez saygılarını sunuyorlar. Birazdan, hemen oradaki Surp Yerrortutyun Kilisesi’nde cenaze töreni yapılacak, ardından da Şişli Ermeni Mezarlığı’na götürülüp ebedi istirahatgâhına defnedilecek.

İnsanlığı ölümsüzleştiren kareler yakalamak için dünyayı onlarca yıl vizörden izleyip binlerce kez deklanşöre basan Ara gözlerini yumdu ve fotoğraf makinelerinin merceklerini bir daha açmamak üzere kapadı. Ara Güler’in kareleri yaşamaya devam edecek, o da hayatlarına değdiği insanlarda sürdürecek varlığını. Onunla, önce Halep’te gördüğüm fotoğrafı aracılığıyla, sonra 2011’de şahsen tanışmamda, benim kişisel deneyimimde yaşıyor. Övgülerden, sevilip sayılmaktan, adının söylenmesini işitmekten bıkmış usanmış, renkli bir ihtiyar adam olarak yer aldığı filmimde yaşıyor. Deniz’i kucaklayışında yaşıyor. ‘İstanbul’un gözü’ olarak tanınan adam, siyah beyaz İstanbul’una, geri dönmemek üzere veda etti.

Beyrut. 22 Ekim 2018. Pazartesi.

Beyrut’ta, Haygazyan Üniversitesi’nin kütüphanesinde, kütüphane görevlisi Vera Gosdanyan’ın yardımıyla ‘Hay Indanig’ dergisini bulabildim. 49 yıl aradan sonra aynı dergiyi tutuyordum elimde; Ara’yla ilgili yazı da, bir zamanlar Ermeni ve Rum mahallesi olan Tarlabaşı’ndaki arnavut kaldırımı sokağın siyah beyaz-fotoğrafı da oradaydı işte. Bu fotoğrafın üzerimde nasıl, hiç silinmeyen bir etki bırakan yarattığını, minnettarlığımı ona tam olarak ifade edemedim. Çalışmalarının yarattığı etkiyi öğrenmekten kaçınırdı; hiçbir şeyi umursamadan, sadece, özgürce fotoğraf çekmek isterdi.

Derginin kapağındaki tarih Eylül-Ekim 1969. Makaleyi tekrar okudum ve sonunda yazarın adını gördüm: Peder Levon Zekiyan. O zaman genç bir episkopos, bugün ise Türkiye Katolik Ermeni Kilisesi’nin ruhani lideri olan Başepiskopos Zekiyan’la yıllar sonra tanışmış ve temasımı sürdürmüştüm. Onunla, şair Taniyel Varujan hakkındaki filmim ‘Milk, Carnation and a Godly Song’ [Süt, Karanfil ve Bir İlahi] adlı filmim için 1 Aralık 2009’da, Venedik’te bir söyleşi yapmıştım.

Sevgili Ara; imgeyi yaratanın fotoğraf makineleri değil, gönlüyle, ruhuyla görebilen insanlar olduğunu söylemiştin. Sen artık öbür tarafta, fotoğraf makinesi olmayan bir gözsün. Varlığınla; Mizahın, mizacın, bitip tükenmeyen enerjin, adanmışlığın, coşkun, tutkun ve her şeyden öte, bize başkalarının göremediklerini gösterme yeteneğinle bizleri aydınlattın; senin yolculuğun da ışık dolu olsun.

Ve evet, birçok filmimde arnavut kaldırımları vardır.