Aslan Karagöz, Çakal Karaghiozis’e karşı

MURAT CANKARA

Ünver Oral, ömrünü Karagöz, Ortaoyunu ve Meddah’a, bilhassa da bunlardan ilkine adamış bir bağımsız araştırmacı ve tabir caizse, aktivist. 1961’den beri bu konuda onlarca kitap yayına hazırlamış, kaleme almış, yurt içinde ve dışında konferanslarla festivallere katılıp hem sunum yapmış hem Karagöz oynatmış, bir kukla tiyatrosu kurmuş, radyo ve televizyonda programlara konuk olmuş, ‘Dünya Kukla Sanatları Ansiklopedisi’nde haklı olarak bir yer edinmiş. Sadece Kitabevi Yayınları’ndan çıkmış yirmi civarı -“civarı” diyorum zira yayınevinin resmi sitesinde bile Oral’ın bu yayınevinden çıkan kitaplarının eksiksiz bir listesi mevcut değil- çalışması var. Bunlardan bir kısmı yazı derlemesi, bir kısmında ise yazıya geçirilmiş performanslar ve/ya icra edilmek üzere kaleme alınmış oyunlar toplanmış.    

‘Türk Gölge Tiyatrosu ve Yunan Gölge Tiyatrosu Karaghiozis’, Oral’ın yayınlanan son derlemesi. “Askerlik sonrası 1961 yılında İstanbul Karagözcüler ve Kuklacılar Derneği’nin açtığı ve Metin ve Tacettin Diker’in de katıldığı Karagöz Oynatım Kursu’na heyecanla” başladığı günden beri bu konuda malzeme toplayan ve artık 81 yaşına gelmiş bu emektar araştırmacı, Yunan Gölge Tiyatrosu’yla ilgili toplayageldiği malzemeyi sunuyor okura. Ona göre, “Karagöz’ümüzü tanımak, yaşatmak, tanıtmak ve savunmak için” Yunan Gölge Tiyatrosu hakkında bilgi sahibi olmamız gerekiyor. Bilgi sahibi olmadan, nesnesini/ötekisini bilmezden/görmezden gelerek iktidar kurmayı/pekiştirmeyi düstur edinmiş; her ne amaçla olursa olsun başkasının dilini öğrenmenin bile kendi kimliğine halel getireceğine inanan bir kültürde az şey değil bu elbette.       

Asıl mesele

Şimdi gelelim asıl meseleye: Karagöz’ü neye karşı savunmalıyız ve bu Yunan Gölge Tiyatrosu da nereden çıktı? Oral’ın Karagöz üzerine yazıları derlediği çalışmalara bakıldığında (örneğin her ikisi de Kitabevi Yayınları’ndan çıkan ‘Karagöznâme’ ve ‘Hayâlden Gerçeğe Karagöz’), şu noktalarda bir enerji birikimi olduğu görülür: 1) Karagöz bizim, millî, öz, kendi, ‘own, propre’ tiyatromuz, malımızdır; son derece eskidir ve Türk’tür. 2) Karagöz’ün kıymetini neden bilmiyoruz? 3) Onun kıymetini nasıl bilebiliriz? (Burada hafif bir çatallanma: Ezel ebed önemlidirciler, aynen korumalıyızcılar, günümüze uyarlayıp yenilemeliyizciler, artık pek de bir karşılığı olmadığını kabullenerek müzeye kaldırmalıyızcılar, ki derlemelerde bu sonuncuların sesi pek cılız). 4) Devletimiz neden bu konuda bir şey yapmıyor? 4) Yunanlar bizim “ecdat yadigârı” Karagöz’e nasıl sahip çıkıyorlar, onu hâlâ ve nasıl yaşatıyorlar? (Burada da demokratik bir çokseslilik: hırsız Yunanlar zaten baklavayı ve dolmayı ve kahveyi ve cacığı ve çiftetelliyi bizden çaldıcılar, yemeyenin malını yerciler). Hülasa, çoğunlukla yüz yıl öncenin sınır çizme savaşlarını andıran kültürel sahiplenme kavgaları. Belirli zamanlarda Yunanlarla ve Karaghiozis’le ilgili yazıların patlamasının sebepleri ise, genellikle, onların Paris’teki yahut modern dünyanın başka bir köşesindeki uluslararası bir tiyatro konferansında Karagöz’ü “Yunan Gölge Oyunu” olarak sunacak oldukları haberi, bu türden bir uluslararası toplantının yankıları ya da meşhur Pirelli Takvimi’nde Karaghiozis’in yer alması gibi olaylar. 

Elimizdeki kitap da üç aşağı beş yukarı bu minval üzere yazı, belge ve haberlerden mürekkep. Bunlardan bir kısmı yukarıda adını andığım iki kitapta da bulunuyor. İçlerinde anonim gazete haberleri, Yunanca broşürler ve son derece yüzeysel köşe yazıları da var, bu konuda çalışan bilim insanlarının (Sabri Esat Siyavuşgil, Metin And, Maria Mavredaki, Peri Efe, Ahmet Akşit vb.) daha ciddiye alınası yazıları da. Elbette ağırlık ikincisinde değil. Üstelik, örneğin Metin And, her ne kadar bariz bir biçimde ikinci kategoride yer alsa da her daim teyakkuzda ve bu konuda kavgaya hazır. Neyse ne. Konuyu Hititlilere kadar götürüp Karagöz’ün bin yıllardır Türklere ait olduğunu “vesikalarla ispatlamaya” çalışan bipbilimsel yazılar bir yana bırakılırsa, kitaptan gölge oyununun Yunanistan’daki son iki yüz yıllık macerasına dair epey bir şeyler öğrenmek de mümkün. Her ne kadar bu konuda kalem oynatan yerliler -pek çok konuda olduğu gibi- Yunanistan’daki Karagöz faaliyetlerinin yüzeysel çeşitliliğine takılsalar da (efendim orada, gâvur elinde Karagöz tiyatroları varmış, plaklar dolduruluyormuş, filmler çekiliyormuş, bizim, öz, kendi, ‘own’ Karagöz’ümüz turizm tanıtımında kullanılıyormuş, devletimiz neredeymiş vb.) aslında kültür tarihçileri için son derece ilginç bir gelişim çizgisi var Karaghiozis’in. Yunan bağımsızlık mücadelesi üzerinden kendine yer açışı ve kahramanlık hikâyelerini kullanış biçimi, zamanla yerlileşmesi, sinemayla yarışmak ve tutunabilmek için yaptığı teknik hamleler, devlet nezdinde itilip kakılmasına rağmen halk tarafından kabullenilmeyi başarması, zamanı geldiğinde perdede Hitler ve Mussolini’yi cehenneme gönderen anti-faşist tutumu, yoksulluk ve ezen-ezilen ilişkisi üzerinden mizah üretmesi; tüm bunlar, “Yunanlar biricik Karagöz’ümüzü çaldılar”ın ötesinde bir ilgiyi hak ediyor. 

Şüphesiz çok takdire şayan bir adanma Ünver Oral’ınki. Bilgiyi, araştırmayı üniversitelerin ve maaş-teşvik-ödenek-harcırah kapanındaki akademisyenlerin pençesine bırakmayan herkesi bu kıymetli çabasından ötürü el üstünde tutmalı, desteklemeli. Öte yandan, akademi dışı entelektüel üretimin de, amatör heveskârlığını tamama erdirerek kendi dışında da anlamlı olacak şekilde dolaşıma girebilmek için birtakım olmazsa olmazları yerine getirmesi gerekiyor. Oral’ın yoğun emek gerektiren çalışmaları bunun en çarpıcı örneklerinden. Bunların önemli bir bölümünde yazılar ve metinler bir bağlama oturtulmaksızın yan yana sunuluyor, çoğunun künyesi ve/ya derleme koşullarına dair bilgi verilmemiş, aynı kitapta bile mükerrer metinlere rastlamak mümkün, bazı görsellerdeki/broşürlerdeki ufak tefek bilgilerin ve hatta bazı yazıların tercümeleri hiç sunulmamış, çeviri metinler -ki bunların bir kısmı başka kaynaklardan alıntı- yer yer anlamayı imkânsız kılacak kadar özensiz. Kısacası, bu haliyle kitaptan ziyade; çalışkan birinin poşet dosyalarda biriktirdiği fotokopi, kupür ve broşürlerin -hiçbir editoryal süreçten geçmeden- art arda sıralandığı bir fanzini andırıyorlar. Dolayısıyla Oral’ın bu kitabını da klasik anlamda bir bilimsel araştırma için kullanmak kolay değil. Elbette ondan akademisyenlerin kullanımına uygun hammadde sunmasını beklemek çok hakkaniyetli, hatta dürüst bir tutum değil. Akademisyenler de kendilerine doçentlikte puan getirmese de, proje desteği almasa da bazı emek-yoğun işlere kendileri girişiversin bir zahmet. Ancak yarım yüzyıldan uzun süredir ısrar ve fedakârlıkla aynı konuda çalışan birinin ürünlerinin, en azından asistan ve editör desteğiyle ve belli gereksinimleri karşılayacak şekilde kamuya sunulmasını beklemek de hakkımız olmalı. 

Eşsiz bir malzeme

Bunlar bir yana, ‘Türk Gölge Tiyatrosu ve Yunan Gölge Tiyatrosu Karaghiozis’, yukarıda adı geçen diğer iki Karagöz yazıları derlemesiyle birlikte, bu toprakların eli kalem tutanlarına dair bir zihniyet okuması yapmak için eşsiz bir malzemeye sahip: Ben bilmem kaç asırlık Latin alfabesine birkaç harf ekleyerek ona Türk alfabesi diyeyim ama Yunanlar Karagöz’ü kendi hayatlarına uyarlayıp adını da Karaghiozis yapmasınlar, Karagöz perdesinde Türk halkının dehasını göreyim ama Karaghiozis perdesinde Yunan köylüsünün zekâsını gören Yunanlarla dalga geçeyim, Yunanların Türklere karşı gerçek hayatta yapamadıklarını perdede yapmalarına içerleyeyim ama II. Abdülhamit’in anlı şanlı bir televizyon dizisinde büyükelçi tokatlamasıyla gururlanayım; Karagöz benim olsun, yüzüne bakmayayım, niye yüzüne bakmıyoruz diye ter ter tepineyim, biri yüzüne bakarsa da öfkeleneyim. Çok şey mi? Bence öyle. Yoksa bir yandan vatan için ölmeye bu kadar hazırken diğer yandan da vatanı -en hafif ifadeyi arıyor ve bulamıyorum- çirkin binalarla donatmayı nasıl anlamalı? (“Türkler göçebedirler, sanatla manatla işleri yoktur, Karagöz onlara ait olamaz” yumurtlamasını da memleketlisi bir eleştirmen hırpalasın lütfen.)   

Kitabın sonundaki ‘Karagöz Karaghiozis’e Karşı’ (yazan Cem Arda Akdiş) oyunu da zihniyet bakımından çarpıcı bir örnek. Karagöz’le Hacivat’ın, Skype üzerinden tanıştıkları Karaghiozis ve Haciavatis’i Bursa’ya davet ettikleri oyunun sonunda “misafirlerimiz”in sünnet ettirildiğini söyleyeyim de gerisini varın siz düşünün. Misafirperverlikle el ele giden hakaretler, Eleni’nin peşindeki Karagöz ve diğerleri, servet avcısı Rum dilber klişesi de cabası. Halbuki Karagöz ve Karaghiozis omuz omuza Hacivat ve Haciavatis’in karşısında dursalar daha şık ve enternasyonal olmaz mıydı? 

Hani zekâsının keskinliğiyle temayüz eden bir film eleştirmenimiz, parmak ısırtan bir zihinsel hamleyle, ‘1915 Ermeni olayı’nın filmini bulamamış olmasının nedeninin böyle bir ‘soykırım’ın hiç gerçekleşmemiş olması olabileceğini yazmıştı bir zamanlar; işte ondan ilhamla ben de sormuş olayım: Karagöz’e niçin sahip çık(a)mıyoruz? Acaba asla -en azından istediğimiz/anladığımız anlamda- ‘bizim’ olmadığı için mi?

kabullenilmeyi başarması, zamanı geldiğinde perdede Hitler ve Mussolini’yi cehenneme gönderen anti-faşist tutumu, yoksulluk ve ezen-ezilen ilişkisi üzerinden mizah üretmesi; tüm bunlar, “Yunanlar biricik Karagöz’ümüzü çaldılar”ın ötesinde bir ilgiyi hak ediyor. 

Şüphesiz çok takdire şayan bir adanma Ünver Oral’ınki. Bilgiyi, araştırmayı üniversitelerin ve maaş-teşvik-ödenek-harcırah kapanındaki akademisyenlerin pençesine bırakmayan herkesi bu kıymetli çabasından ötürü el üstünde tutmalı, desteklemeli. Öte yandan, akademi dışı entelektüel üretimin de, amatör heveskârlığını tamama erdirerek kendi dışında da anlamlı olacak şekilde dolaşıma girebilmek için birtakım olmazsa olmazları yerine getirmesi gerekiyor. Oral’ın yoğun emek gerektiren çalışmaları bunun en çarpıcı örneklerinden. Bunların önemli bir bölümünde yazılar ve metinler bir bağlama oturtulmaksızın yan yana sunuluyor, çoğunun künyesi ve/ya derleme koşullarına dair bilgi verilmemiş, aynı kitapta bile mükerrer metinlere rastlamak mümkün, bazı görsellerdeki/broşürlerdeki ufak tefek bilgilerin ve hatta bazı yazıların tercümeleri hiç sunulmamış, çeviri metinler -ki bunların bir kısmı başka kaynaklardan alıntı- yer yer anlamayı imkânsız kılacak kadar özensiz. Kısacası, bu haliyle kitaptan ziyade; çalışkan birinin poşet dosyalarda biriktirdiği fotokopi, kupür ve broşürlerin -hiçbir editoryal süreçten geçmeden- art arda sıralandığı bir fanzini andırıyorlar. Dolayısıyla Oral’ın bu kitabını da klasik anlamda bir bilimsel araştırma için kullanmak kolay değil. Elbette ondan akademisyenlerin kullanımına uygun hammadde sunmasını beklemek çok hakkaniyetli, hatta dürüst bir tutum değil. Akademisyenler de kendilerine doçentlikte puan getirmese de, proje desteği almasa da bazı emek-yoğun işlere kendileri girişiversin bir zahmet. Ancak yarım yüzyıldan uzun süredir ısrar ve fedakârlıkla aynı konuda çalışan birinin ürünlerinin, en azından asistan ve editör desteğiyle ve belli gereksinimleri karşılayacak şekilde kamuya sunulmasını beklemek de hakkımız olmalı. 

Eşsiz bir malzeme

Bunlar bir yana, ‘Türk Gölge Tiyatrosu ve Yunan Gölge Tiyatrosu Karaghiozis’, yukarıda adı geçen diğer iki Karagöz yazıları derlemesiyle birlikte, bu toprakların eli kalem tutanlarına dair bir zihniyet okuması yapmak için eşsiz bir malzemeye sahip: Ben bilmem kaç asırlık Latin alfabesine birkaç harf ekleyerek ona Türk alfabesi diyeyim ama Yunanlar Karagöz’ü kendi hayatlarına uyarlayıp adını da Karaghiozis yapmasınlar, Karagöz perdesinde Türk halkının dehasını göreyim ama Karaghiozis perdesinde Yunan köylüsünün zekâsını gören Yunanlarla dalga geçeyim, Yunanların Türklere karşı gerçek hayatta yapamadıklarını perdede yapmalarına içerleyeyim ama II. Abdülhamit’in anlı şanlı bir televizyon dizisinde büyükelçi tokatlamasıyla gururlanayım; Karagöz benim olsun, yüzüne bakmayayım, niye yüzüne bakmıyoruz diye ter ter tepineyim, biri yüzüne bakarsa da öfkeleneyim. Çok şey mi? Bence öyle. Yoksa bir yandan vatan için ölmeye bu kadar hazırken diğer yandan da vatanı -en hafif ifadeyi arıyor ve bulamıyorum- çirkin binalarla donatmayı nasıl anlamalı? (“Türkler göçebedirler, sanatla manatla işleri yoktur, Karagöz onlara ait olamaz” yumurtlamasını da memleketlisi bir eleştirmen hırpalasın lütfen.)   

Kitabın sonundaki ‘Karagöz Karaghiozis’e Karşı’ (yazan Cem Arda Akdiş) oyunu da zihniyet bakımından çarpıcı bir örnek. Karagöz’le Hacivat’ın, Skype üzerinden tanıştıkları Karaghiozis ve Haciavatis’i Bursa’ya davet ettikleri oyunun sonunda “misafirlerimiz”in sünnet ettirildiğini söyleyeyim de gerisini varın siz düşünün. Misafirperverlikle el ele giden hakaretler, Eleni’nin peşindeki Karagöz ve diğerleri, servet avcısı Rum dilber klişesi de cabası. Halbuki Karagöz ve Karaghiozis omuz omuza Hacivat ve Haciavatis’in karşısında dursalar daha şık ve enternasyonal olmaz mıydı? 

Hani zekâsının keskinliğiyle temayüz eden bir film eleştirmenimiz, parmak ısırtan bir zihinsel hamleyle, ‘1915 Ermeni olayı’nın filmini bulamamış olmasının nedeninin böyle bir ‘soykırım’ın hiç gerçekleşmemiş olması olabileceğini yazmıştı bir zamanlar; işte ondan ilhamla ben de sormuş olayım: Karagöz’e niçin sahip çık(a)mıyoruz? Acaba asla -en azından istediğimiz/anladığımız anlamda- ‘bizim’ olmadığı için mi?

Türk Gölge Tiyatrosu ve 

Yunan Gölge Tiyatrosu Karaghiozis

Hazırlayan: Ünver Oral 

Kitabevi Yayınları

242 sayfa.