‘Sosyete’nin gözünden Cumartesi Anneleri

Biz Cumartesi Annelerini değil, onlara karşıdan bakan kadınları anlatıyoruz. Annelerin hikâyeleri çok acı, onu anlatamayız. Biz onlara nasıl bakıyoruz, nasıl korkuyoruz, tedirgin oluyoruz, bunu sahneye taşımaya çalışıyoruz.

Mask-Kara Tiyatrosu ve Komşuda Tiyatro’nun birlikte sahnelediği, üç zengin kadının gözünden Cumartesi Anneleri özelinde ülkedeki kadın sorunlarını ele alan ‘Ev Yapımı’ adlı oyun, prömiyerini 27 Eylül’de yapmıştı. Metnini Şenay Tanrıvermiş’in kaleme aldığı oyunun yönetmenliğini Hülya Karakaş üstleniyor. Aynı zamanda Müge karakterini canlandıran Karakaş’a sahnede Makbule Meyzinoğlu ve Ebru Üstüntaş eşlik ediyor. Tanrıvermiş, Karakaş ve Meyzinoğlu ile ‘Ev Yapımı’ üzerine konuştuk. 

Bu oyunu hazırlarken çıkış noktanız neydi?

Şenay Tanrıvermiş: Oyun içinde yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz ama bir şekilde körleşmek zorunda bırakıldığımız durumların gizli isyanını yaşayan üç kadını anlatıyor. Bu kadınlar aslında herkes kadar duyarsızlar, belki biraz daha fazla... Biz o duyarsızlığın altını çizen, ne kadar duyarsızlaştığımızı yüzümüze vuran bir oyun yaptık. Duyarsızlaşmayı afişe etmeye, ifşa etmeye, “Bak, bu kadar utanmaz olduk” hissiyatını göstermeye ve derdimizi ince ince anlatmaya çalıştık. 

Oyunda Cumartesi Annelerinin talepleri, kadına yönelik şiddet gibi temel meseleler var. Konuya modern kadınların gözünden yaklaşmanızın nedeni nedir?

ŞT: Modern insanlar, toplumsal statü olarak daha yüksekteler, daha görünür oldukları da doğru ama bu görünürlük şimdiye kadar bir kimlik inşa etmeye yetmemiş. Bol bol konuşuyorlar ama aslında hiçbir şey söylemiyorlar. Toplum olarak, daha eğitimli, toplumda daha çok gücü varmış gibi görünen kesimden yardım bekliyoruz; şehirli, modern kadınlardan daha fazla beklentimiz var. Onların da öyle bir körleşme, sağırlaşma içinde olmaları bana anlamlı geldi. Beklentiyi çöpleştiren kesim de o bence. 

Metinde “Burası sorun olabilir, başımızı ağrıtabilir” dediğiniz herhangi bir bölüm oldu mu? Otosansür uyguladınız mı?

Hülya Karakaş: Dünyanın ve dolayısıyla ülkemizin geçirdiği süreçte sanat zaten tamamen otosansür üzerine kurulu. Birçok oyunuma bu otosansürü yapıyorum ve bundan dolayı gelecekte bu yaptıklarımın bir vicdan muhasebesini yapacak mıyım diye kendime soruyorum. O geleceği görürsek, “Çok büyük ayıp etmişim” diyeceğim. Fakat ‘Ev Yapımı’ oyununda böyle bir şeye hiç gerek duymadım. Yazılı bir metin vardı ve o metin benim için çok kıymetliydi. Metinde beni en çok etkileyen, anlatım biçimiydi. Metin çok net ve tertemiz yazıldığı için otosansür uygulamaya veya kaygı duymaya gerek kalmadı. Şunu da söylemek lazım: Biz bu oyunu çok fazla oynayamıyoruz. Şu ana kadar 50 oyun oynamış olmalıydık ama henüz 20 küsur oyun sahneledik. O korku aslında sanatçıda yok, oyuna sahip çıkmayan seyircide var. Bu ülkenin hikâyelerini anlatıyoruz. Cumartesi Annelerinin hikâyesi de bu topraklara dair. Üstelik 30 yıllık bir geçmişleri var. Biz onları değil, onlara karşıdan bakan kadınları anlatıyoruz. Annelerin hikâyeleri çok acı, onu anlatamayız. Biz onlara nasıl bakıyoruz, nasıl korkuyoruz, tedirgin oluyoruz, bunu sahneye taşımaya çalışıyoruz. Bu konu üzerinde bir otosansür uygulamam söz konusu olamazdı, uygulamadım da.

ŞT: Bu oyunda sadece tek bir konuda tedirginliğimiz oldu, o da yanlış anlaşılmamız ihtimaliydi. Biz, Cumartesi Annelerine dair bir mizah oyunu yapmıyoruz, onları görmezden gelenlerle ilgili mizah yapıyoruz. Cumartesi Anneleri adına hiçbir cümle kurmuyoruz.

Cumartesi Annelerinin hikâyesine ne zaman ilgi duymaya başladınız?

HK: Cumartesi Anneleri ilk eylem yapmaya başladıklarında 20’li yaşlarımdaydım. Merak ettim ve konuyla ilgili okumalar yaptım, Arjantin’deki annelerin hikâyelerini okudum. O zamanlar TÜYAP Kitap Fuarı Tepebaşı’nda olurdu; her ekim ayında aynı yerde sanat fuarı da yapılırdı. Sanat fuarında Cumartesi Anneleriyle ilgili bir performans yapmak istedim. Kısa bir süre önce kaybettiğimiz Berat Günçıkan’dan kaybolmak konulu bir metin yazmasını rica ettim, çok güzel bir metin yazdı. Bir oyuncu arkadaşımla birlikte, aynaları kullanarak, topluma ayna tutmak, kaybolmak, kaybolanları görmek temalı bir performans sahnelemiştim. Aradan 30 küsur yıl geçti, onlar hâlâ oradalar. Artık orada da değiller gerçi... Toplumun çeşitli kesimlerden insanlar var aralarında. Trakyalı da var, Kürt de... Her anne, her kadın var orada. Kiminin eşi, kiminin çocuğu, kiminin ablası... Sadece yakınlarının kemiklerini arıyorlar. Ben bir sanatçı olarak onlara sadece böyle bakabilirim, başka türlü bakamam.  

Ağustos ayının sonunda, Cumartesi Annelerinin 700. hafta oturumu polis saldırısına uğramıştı. Bu durumun oyununuz üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu?

HK: O sırada provadaydık. Cumartesi Annelerini oturdukları yerden dağıttılar; oyundan değil ama bundan tedirgin oldum. Hikâyeyi bilmeyenler bizim bu durumu kullandığımızı düşünebilirler. Oysa biz oyun üzerinde uzun süredir çalışıyorduk zaten.

ŞT: Metinde herhangi bir değişiklik de yapmadık, çünkü oyun Cumartesi Annelerini anlatmıyor. Benim onları anlatabilmeye ne gücüm, ne de haddim olabilir. Öyle bir acıyı ancak yaşayan, kendi anlatabilirse anlatır. Ben tanıklık edebilecek kadar objektif olabileceğimi bile düşünmüyorum. Karşı kaldırımdan geçip onları görmezlikten gelen insanları yazdım. Oradan geçmek de önemli değil, biz biliyoruz ki her cumartesi o kadınlar orada oturup haklarını arıyorlar. Bunu unutmak, inkâr etmek zorunda kalan insanları anlatmaya çalıştım.

Siz oyuncu olarak bu projeye ne zaman dahil oldunuz?

Makbule Meyzinoğlu: Ebrü Üstüntaş’la daha önceden bir tanışıklığımız vardı. Bu oyundan bahsedince, projede yer almak istediğimi söyledim. Ardından Hülya’yla tanıştık, bir toplantı yaptık. Metni çok sevdim. Bu meseleyi başka bir perspektiften anlatırsanız istenmeyen sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Biz bunun tam tersi değerlendirmeler aldık bugüne dek. Böyle bir duyarsızlığı kara mizahla anlatmayı çok zekice buluyorum. 

Oyun izleyicide nasıl bir etki bırakıyor?

ŞT: Oyun bitince seyirciler hemen dağılmıyor, uzunca bir süre oldukları yerde kalıyorlar. Tam bir trajedi hissi yaşatmıyor çünkü. Biraz gülüyorlar ama güldükleri için de utanıyorlar.

HK: Yakın arkadaşlarımdan duydum, “Gülüyoruz ama gülmememiz lazım” diyorlardı. İzmirli bir seyirci bir oyun sonrası beni bulup, “Aslında biz öyle değiliz, sokağa çıkıyoruz, bir şeyler yapıyoruz” dedi. Çok utandıklarını, izleyen arkadaşlarıyla birbirlerine baktıklarını söyledi. Oysa kimseyi sorgulamıyoruz sahneden, kendimizi eleştiriyoruz. Ben kendime de ayna tutuyorum bu oyunda. Nişantaşı’nda oturan bir arkadaşım, oyunun okumasını dinledikten sonra beni arayıp aynen şunları dedi: “Çok etkilendik. Biz Gezi zamanı beş-altı kadın sokağa çıkmaya korkuyorduk, o yüzden evde eylem yapıyorduk. Polisten korkuyorduk ama isyanımız vardı. Evde toplanıyorduk, gençler sokaktan geçtiklerinde, seslerimiz seslerine karışsın diye pencereye çıkıp onlarla ‘Her yer Taksim, her yer direniş’ diye bağırıyorduk.”

MM: Şenay’ın yazdığı metinde olaylar Cumartesi Anneleri üzerinden anlatılıyormuş gibi görünebilir fakat oyun bütün kadınları kapsıyor. Cumartesi Anneleri var fakat babaları yok, şehit anneleri var, şehit babaları yok, gazi anneleri var ama babaları yok... Şehit annelerinin de acısı aynı, bunların hepsi metinde var. Oyunun en sevdiğim özelliklerinden biri, önyargıları kırması. Böylece izleyici “Sadece bunu mu anlatıyor?” gibi bir şey diyemiyor, çünkü oyun her annenin acısını ele alıyor.

HK: Bu önemli. Oğlunun kemiklerini arayan annelerinin yanı sıra, şehit annesinin de acısı var. Onu da iyi bir şekilde anlatan bir metin gelsin, ben onda da oynarım. O da bu ülkenin hikâyesi. Acılarda ayrıştığımız için bu haldeyiz. 

Bir sonraki gösterim ne zaman?

HK: Henüz net bir tarih yok ama Nisan’da oynamayı arzu ediyoruz. ‘Entelektüel kesim’e henüz tam olarak ulaşamadık; o kesimin de izlemesini istiyoruz oyunu. Komşuda Tiyatro’nun sosyal medya hesaplarından güncel bilgilere ulaşılabilir.

 



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.