OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

İnkârcılığın üç buçuk tonu

Çelik, bu tür yaklaşımların Ermenistan’da yaşayan Ermenilere büyük zarar verdiğini de söylemiş. Üçüncü bir ülkenin parlamentosunda gündeme gelen 1915 tasarısının Ermenistan’daki Ermenilere nasıl zarar vereceğini ilk anda anlamadıysanız, abanın altından gösterilen sopayı fark etmemişsiniz demektir.

İtalya Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımı’nı tanıyan önergeyi kabul etmesi ve Macron’un 24 Nisan’ı ‘Ermeni Soykırımı’nı Anma Günü’ ilan etmesi üzerine, AKP sözcüsü Ömer Çelik ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ağzından Ermeni Soykırımı’yla ilgili bilindik inkârcı klişeleri bir kere daha dinledik. Ne kadar bilindik olsa da, ne çare, biz de bunları bir kere daha tartışacağız. 
Sırayla gidelim. Çelik, İtalya’nın “hiçbir şekilde bu ilişkilerin normalleşmesini istemeyen diasporanın oyununa” geldiğini söylemiş. Nedir normalleşme ve nasıl olur? Türkiye devlet veya hükümet yetkililerinin ağzından bu konuda çıkan “normalleşme”, aslında “unutalım” demektir. Soykırım hiç yaşanmamış gibi yaparsak normalleşeceğizdir onlara göre. “Tarihçilere bırakalım” da “unutalım” demenin başka bir şekli. Birtakım ak saçlı, gözlüğü burnunun ucunda adamlar, kapalı kapılar ardındaki ağır toplantılarda bu meseleyi bir tarihî konu olarak tartışsın dursun, daha kim bilir ne kadar… Bugün tarihçilerin hâlâ İstanbul’un fethini tartıştığını düşünecek olursak…! Ayrıca, Türkiye’de dillere pelesenk olmuş “Tarihçiler tartışsın” lafını duyan da, tarihçilerin, hukukçuların, sosyal bilimcilerin bu konuyu hiç tartışmadığını zanneder. Ermeni Soykırımı bilinmeyen bir olgu değildir. Yapılacak daha çok çalışma olsa da halihazırda hakkında binlerce sayfalık literatür vardır. Velhasıl, tarihçiler bu konuda çalışmıştır ve çalışmaya devam etmektedir. 

Aba altından sopa

Çelik, bu tür yaklaşımların Ermenistan’da yaşayan Ermenilere büyük zarar verdiğini de söylemiş. Üçüncü bir ülkenin parlamentosunda gündeme gelen 1915 tasarısının Ermenistan’daki Ermenilere nasıl zarar vereceğini ilk anda anlamadıysanız, abanın altından gösterilen sopayı fark etmemişsiniz demektir. Zira Çelik aslında şunu söylüyor: “Bu gibi tasarılar üçüncü ülke parlamentolarında gündeme geldiği sürece biz de Ermenistan’a ambargo, boykot vs. yoluyla zarar vermeye devam edeceğiz.” Anadolu’da güzel bir laf vardır: Eşeğe gücü yetmeyen palanını dövermiş. 
Çelik’in İtalya’ya, Çavuşoğlu’nun Fransa’ya tepki olarak sergilediği bir tutum da “Tencere dibin kara, seninki benden kara” politikası. Şöyle ki, İtalya ve Fransa devletlerinin özellikle Afrika’da yaptıkları zulüm ve vahşeti hatırlatıyorlar ve “Sizin bize söz söyleyecek durumunuz yok” diyorlar. Şüphesiz, tarihinde pislik barındırmayan bir Avrupa devleti –veya herhangi bir devlet– bulmak hayli zordur. Dolayısıyla, İtalya’nın da Fransa’nın devlet olarak günahı, vebali çoktur. Bu durum karşısından birkaç farklı tutum takınmak mümkün. Biri, Çelik ve Çavuşoğlu’nun ima ettiği, “Siz sizin pisliklerinizi örtün, biz bizim pisliklerimizi örtelim; siz bizimkini kurcalamayın, biz de sizinkini. Siz bizimkini ortaya dökerseniz biz de sizinkini dökeriz” tutumudur. İşe yarar mı bilemem ama bir ‘ahlaksız teklif’ olduğuna şüphe yok. İkinci yol ise, geçmişin adaletten mahrum kalmış bütün kurbanlarını, bütün zulüm ve haksızlıklarını hatırlamak, nerede olursa olsun, ve fail kim olursa olsun. Böylesi hem daha ahlaklı, hem de barışçıl ve demokratik bir toplum düzeni için gerekli. Zaten Türkiye ile Avrupa toplumları arasında burada bir fark var. O ülkelerde de farklı kesimler olmasına rağmen öne çıkan genel tavır ve kültür, devletlerinin geçmişte yaptıkları zulümleri konuşmaktan, onlarla yüzleşmekten, her zaman olmasa da kimi zaman sorumluluk almaktan yana. Geçmişle yüzleşme, geçmişin adaletsizliklerini onarmaya çalışma, demokratik siyasi düzenin ve yaşamın bir parçası ve bir siyasi mücadele alanı. O ülkelerde de tutucu, bağnaz, Türkiye’deki gibi ‘biz’ diye bellediği şeyin bütün günahlarını aklamaya çalışan kesimler var ama demokratik sistem ve kültür onları marjinalize etmeyi başarıyor. Tarihlerine korumacı değil hakkaniyetli bakabiliyorlar. Tabii, bu hep böyle gider diye bir şey yok. Demokratik değer ve normlardan uzaklaşılırsa o ülkelerde de milliyetçi tarih anlayışı baskın gelebilir. Fakat halihazırda, geçmişle yüzleşme dediğimiz zaman çoğu Avrupa ülkesi Türkiye’den çok daha ileridir. Almanya Parlamentosu’nun, Ermeni Soykırımı’nda Almanya’nın sorumluluğunu kabul etmesi gibi. 

Ya yalan ya yanlış

Çavuşoğlu, Macron’un aldığı kararın AİHM kararıyla çeliştiğini de iddia etmiş. Kastı, AİHM’in Perinçek kararı olsa gerek ve söylediği de kendisinin bilinç durumuna göre ya yalan, ya yanlış. AİHM’in “Soykırım olmamıştır” diye bir hükmü yok, mahkemenin niteliği itibariyle olamaz da. Zaten mahkeme de bunun kendi işi olmadığını Perinçek kararında açıkça belirtmiştir. O zaman da yazmıştım ve bunun böyle kullanılacağını adım gibi biliyordum fakat, Türk’ün Türk’e propagandasını bir yana bırakacak olursak, mahkemenin İsviçre bağlamında söylediği, “Ermeni Soykırımı yoktur” demenin ifade özgürlüğü kapsamında sayılması gerektiğidir. Mütalaasında bana göre hatalı çıkarımları olsa da (şu yazıda ayrıntıları bulabilirsiniz), vardığı sonucun, Çavuşoğlu’nun dediğinin aksine, Macron’un kararıyla çelişen bir yanı yoktur. Mahkemenin kararıyla Çavuşoğlu’nun iddia ettiği arasında dağlar kadar fark var. Söyleyenin niyetine göre bu yalanı veya yanlışı dillendirmek kendi kitleniz karşısında size puan getirebilir ama dışarıda sadece yalancı durumuna düşersiniz. Yeri gelmişken, Çavuşoğlu’nun üslubu da benzer bir yorumu gerektiriyor. Diplomaside karşınızdakinin dediğini kabul etmek zorunda değilsiniz, hatta diplomasinin özü tam da karşınızdakinin dediğini kabul etmeme işidir denebilir. Muhatabınıza sert cevap da verebilirsiniz ama bunu yapmanın diplomatik bir tarzı, yolu yordamı vardır. Çavuşoğlu gibi, bu işi sokak ağzıyla, kaba biçimde yaparsanız içerdeki şakşakçılarınızdan alkış alırsınız ama uluslararası alanda bunun size pek faydası olmaz. 
Çavuşoğlu, Macron’un aldığı kararın kendileri için bir geçerliliği olmadığını da söyledi. Söyledi söylemesine ama bu da pek anlamlı olmadı. Bir ülkenin kendi içinde aldığı anma kararının başka bir ülke için geçerli olup olmamasının bir önemi yok. Anma kararı başka bir devletin onayıyla yürürlüğe girecek değil. Bu, soykırım kararının kendisi olsa tanımamak bir derece anlaşılır ama Fransa o kararı 18 sene evvel almış zaten. Asıl soru, anma günü ilanı için neden bu kadar beklediğidir.

Şantajın da adabı var

Çelik de nobran diplomasiden kendi payına düşeni sırtlanmış ve İtalya’ya, giriştiği işin ‘maliyet’ini hatırlatmış. Hani “Sizi severiz, başınıza bir şey gelsin istemeyiz” gibilerinden (İtalyanlara mafya ağzıyla hitap etmeyip de ne yapacaktı?): “İtalyan dostlarımıza hatırlatıyoruz. Önümüzdeki dönemde göç krizi, NATO, terörle mücadele başta olmak üzere pek çok işbirliği gereken konular vardır. Siyasetin varlık sebebi maliyetleri azaltmaktır. (Çelik’in iç sesi: “Kafamızı kızdırırsanız maliyetleri sizin için artırırız.”). Bu şekilde Türk-İtalyan ilişkilerinde geri dönülmez hasarlara yol açabilecek, geçmişi yanlış kurcalayan bu tutumun yanlış olduğunu bir kere daha sağduyu ile hatırlatıyoruz.” Tamam, devletlerin ahlakı yok da, en azından varmış gibi yaparlar. Şantajın da bir adabı var. Muhatabınla gizli haberleşirsin falan. Şantajı açık yaparsan, geri de tepebilir. Böylece, muhatabınızı sizin istemediğiniz şeyi yapmakla şantaja boyun eğmek arasında ele güne karşı bir ikilemde bırakmış oluyorsunuz. “Geri dönülmez zararlar” meselesine gelince; bu filmi görmüştük sanki. Almanya, Hollanda, Fransa benzer kararlar çıkardığında iki gün hop oturuldu hop kalkıldı, üçüncü gün yelkenler suya indi. 
En güzelini sona sakladım: Bu tür zorunlu programın olmazsa olmazlarından, artık klasikleşmiş “Herkes arşivini açsın” figürü. Bu arşiv meselesi, üstünde fazla düşünülmeden ifade edilen başka bir ezber haline geldi. Zannedersin, arşiv diye başı sonu belli bir oda veya bina var, onun kapısı açıksa arşiv açık, kapalıysa kapalı oluyor. Arşivlerin açıklığı, cevabı evet veya hayır olan bir soru değil. “Türkiye Cumhuriyeti’nin uhdesindeki Osmanlı arşivleri açık mı?” diye sorarsanız, cevap hem evet hem hayır. Bu soruya geri dönmek üzere, terazinin öbür kefesine konan diğer arşivlere bakalım.
Daima söylenen başka bir ezbere söz de, “Ermenistan arşivini açsın.” Bunu söyleyenler, soykırım kararı alınır ve uygulanırken Ermenistan diye bir devlet olmadığının farkındalar mı, bilmiyorum. Ermenistan devlet arşivlerine vâkıf değilim ama muhtemelen 1918’den sonra bir arşiv oluşmaya başlamıştır. Geriye dönük belge toplama ihtimalleri de var ama haliyle, onlar Ermenistan devletinin ürettiği belgeler değildir. Şüphesiz, bunlar o arşivi önemsiz kılmaz. Çalışanlar bilir, bir arşivden ne çıkacağı belli olmaz. Ummana olta sallamak gibidir. Dolayısıyla, Ermenistan devlet arşivlerinde de soykırımla ilgili önemli belgeler vardır mutlaka. Fakat Ermenistan arşivleri, soykırımın araştırılması söz konusu olduğunda ne kapsam, ne kronoloji olarak Osmanlı arşivlerinin muadili olamaz. 
Sık sık gündeme getirilen ama gene Osmanlı arşivlerinin muadili olamayacak bir başka arşiv de Taşnak Partisi’nin Boston’daki arşivi. Adı üstünde, bu bir parti arşivi ama kritik bir dönemde, kritik bir rol oynamış bir partinin arşivi. Dolayısıyla, çok önemli bilgiler içermesi muhtemel. Öyle anlaşılıyor ki her isteyene açık değil. Ben bir araştırmacı olarak, ister devlet ister parti arşivi olsun, herhangi bir arşivin erişime kapalı olmasını mazur göremem. “Henüz kataloglamadık” da geçerli bir bahane olamaz. Hele soykırımın üzerinden 104 sene geçtikten sonra! Dolayısıyla, Taşnak arşivleri de her isteyenin gidip çalışabileceği şekle sokulmalıdır. Aksi takdirde, bir şeyler gizledikleri ithamından kaçmaları mümkün değildir. (Kanımca onlar, soykırımın soykırım olmadığının kendi arşivleri vasıtasıyla ortaya çıkmasından değil, öteden beri diğer Ermeni çevrelerince onlara yapılan ‘İttihatçılarla işbirliği’ suçlamasını destekleyecek belgelerin ortaya çıkmasından çekiniyorlar.) Bütün bunlar bir yana, Ermenistan arşivleri de, Taşnak arşivleri de, Türkiye’nin arşiv konusundaki eksikliklerinin ve politikasının gerekçesi olamaz. 

Emval-i Metruke defterleri nerede?

Türkiye arşivlerinin açıklığı-kapalılığı konusuna dönecek olursak... Aslında bir arşivin ne kadar açık, ne kadar kapalı olduğunu dışarıdan bakan tam olarak bilemez, çünkü olanın ne kadarının gösterildiğini bilemez. Fakat olması gerekip de olmayanlar, arşivlerin ne kadar açık olduğu konusunda bir fikir verebilir. Ermeni Soykırımı konusunda bu tür çok örnek verilebilir. Bir tanesi Emval-i Metruke komisyonlarının, el konan Ermeni mallarını kaydettiği defterlerdir. Nerede bu defterler? Benim gözümden kaçmadıysa ‘henüz’ ortada yoklar. Tapu kadastro arşivleri ha keza, bugün hâlâ araştırmacılara kapalıdır. Ayrıca, resmî tezin iddiası, mallarına el konan Ermenilere o mallarının ederinin gittikleri yerde kendilerine teslim edildiğidir. Bu doğruysa ortada binlerce değil on binlerce ‘ıslak imzalı’ alındı makbuzu olması lazım. Devletin teslim ettiği paralar karşılığında belge almadığına inanmamızı beklemiyorsunuz herhalde. Öyle 100-200 taneyle de olmaz. Nerede bu on binlerce makbuz? Bu sayıyı abartılı bulduysanız, size Talat’ın rakamlarına göre bile yaklaşık bir milyon Ermeni’nin sürüldüğünü hatırlatırım. Bunun aşağı yukarı kaç haneye tekabül edeceğini, hane varlıkları bir çift öküz bile olsa belgeye bağlanması gerektiğine göre kaç adet makbuz olması gerektiğini varın siz hesaplayın. Tabii, malların ederi gerçekten sahiplerine teslim edildiyse... 

Divan- Harb-i Örfi zabıtları

Başka bir ‘yok’ da, 1919-1922 yılları arasında çalışan ve Ermenilere karşı işlenen insanlık suçlarının faillerinin yargılandığı Divan-ı Harb-i Örfî zabıtlarıdır. O mahkemede görülen davalarda sayısız tanık ifadesi, beyanat, telgraf dosyalara girmiştir. Nerede bu zabıtların orijinalleri, tanık ifadeleri, dosyaya giren telgraflar? Bugün elimizde, zamanın günlük basınında ve Resmi Gazete’de yayımlanmış kopyaları var, o da kısmen ve Türkiye dışındaki arşivlerde. (Eldeki malzeme, Taner Akçam ve Vahakn Dadrian’ın editörlüğünde Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan birkaç sene evvel çıktı.) Sonuç olarak, Türkiye arşivleri açık diyorsak, araştırmacıların bu malzemeye ulaşabiliyor olması lazım. Böyle önemli bir külliyat arşivlerde yok olamaz. Öyleyse nerede? Yok olmuşsa zaten o da başlı başına bir göstergedir. Hükümet yetkilileri de, “Arşivler açılsın” sözlerinde samimilerse, işe bu külliyatı ortaya çıkarmakla başlayabilirler.