LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Bahar...

Açlıkla, soğukla, boğulmakla mücadele eden, parmak kadar çocuklar görüyoruz, kafamızı kaldırdığımızda. Bütün bunların müsebbipleri, şakşakçıları utanmıyor; biz utanıyoruz. Savaşmamayı tercih etmenin bir seçenek olmayacağını savunuyorlar. “Kalıp ülkesinde savaşsaydı” diyorlar.

‘Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”
Ahmet Arif


Bahar İstanbul’a çok güzel gelir. Erguvanla, mimozayla gelir. Sırf baharın gelmesi bile bir mutluluk nedenidir. Boğazdan geçerken kafanı bir kaldırırsın ki mor hareler belirmiştir boğaz kıyılarında. İster istemez içini bir sevinç kaplar. 
Adaya indiğinde mimozalar karşılar seni. Yazın rengini yaz gelmeden sana sunar, minicik sarı çiçekleri.
Doğanın düzenini bozmuş olsak da, doğanın takvimi işlemeye devam ediyor. Eski ajandaların, tam bu zamanlara denk gelen sayfalarında ‘asmalara su yürümesi’ tabiri yer alırdı. Baharın geldiğinin, ölü doğanın dirilmeye başladığının habercisidir bu tabir. 
Havalar birdenbire ısınmasa da, biz hâlâ kışı yaşıyoruz diye düşünsek de baharın geldiği haberini verdiği için, tabii ki biraz da şarap sevgim nedeniyle, ‘asmalara su yürümesi’ tabirini çok severim. 
Yanlış anlamayın, soğukla ya da yağmurla, karla bir alıp veremediğim yok; tamamen gırtlaksal nedenlerle, baharın gelmesine çok seviniyorum. Yaşadığım ruh halini bir nevi ‘bahar sarhoşluğu’ olarak adlandırabilirim. Ortaya yeni çıkan ve sadece bu mevsimde bulabileceğiniz yemekleri kaçırmamak gerekir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Beş Şehir’ adlı kitabında, mevsimlerin değişiminin, İstanbul ve İstanbullular için ne ifade ettiğini şu sözlerle anlatır:
“Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak’ yahut ‘Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır’ diye düşünmek, yaşadığımız ânı efsaneleştirmeğe yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı. Takvim onlar için Heziod’un Tanrılar Kitabı gibi bir şeydi. Mevsimleri ve günleri, renk ve kokusunu yaşadığı şehrin semtlerinden alan bir yığın hayal hâlinde görürdü.”
Tanpınar kadar coşkulu anlatamıyor olsam da, bahar bana, bu takvimle yaşamanın hazzını en çok hissettiren zamandır. Bence bahar, yılın belki de en lezzetli zamanıdır. 
Her şeyden önce, baharla beraber pazar tezgâhları canlanır, kuşkonmaz, enginar, taze sarımsak pazar tezgâhlarında görülmeye başlar.
Yeme-içme yazan biri için yılın belki de en heyecan verici zamanıdır. Hafif ısıtan aydınlık güneşin altında, serin ama üşütmeyen bir havada, mümkünse adada oturup ufak ufak demlenmek kadar keyifli bir şey düşünemiyorum.
Ama böyle büyük keyifler için yapılmamış bu memleket. Bahardan, ağızımızın tadından bahsedecek durumumuz yok. 
Bizim, kafamızı kaldırıp, güneşe, çiçeğe, açan güneşe bakacak halimiz kalmadı. 
Milyonlarla ifade edilebilecek sayıda insanın kısır ve baştan kaybedilmiş bir maceranın piyonu olarak kullanıldığını görüyoruz. Aptalca istekleri yerine getirilmeyen şımarık bir çocuk gibi davranıyor ülkenin muktedirleri. Açlıkla, soğukla, boğulmakla mücadele eden, parmak kadar çocuklar görüyoruz, kafamızı kaldırdığımızda. 
Bütün bunların müsebbipleri, şakşakçıları utanmıyor; biz utanıyoruz. Savaşmamayı tercih etmenin bir seçenek olmayacağını savunuyorlar. “Kalıp ülkesinde savaşsaydı” diyorlar. Dünyanın hiçbir devleti iyilikle yönetilmiyor olabilir. Her ülkede (bizde olduğu kadar çok olmasa ve sıradan kabul edilmese de) ırkçılar ve kendini bilmezler yaşıyor. Ama hiçbir yerde bu ırkçılık bu kadar kolay kabul görmüyordur herhalde. Annesinin kucağından suya düşen bir bebeğe üzülmeyecek kadar kötü insanlarla aynı gezegeni paylaşıyor olmak bile, tüm iyi niyetlerini öldürüyor insanın. 
Sadece ölüm istiyorlar. Sanki yeterince ölü çıkarsa, kendinden olmayan hiçbir şey kalmazsa mutlu olmayacak gibiler. 
Onlar bahara yakışmıyorlar. Bizimse, bahar içimize sinmiyor.
Kusura bakma Ahmet Arif, bizim buralara bahar gelmiyor!