OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Boğaziçi kayyumu

Aynı HDP’li belediyelerde olduğu gibi, rejim, sonucu hoşlarına gitmeyen seçimi tanımadı. Birinci kayyumun atanmasından önceki seçimde Gülay Barbarosoğlu neredeyse %90 oyla seçilmişti ama rejim kayyum atamaktan çekinmedi.

Türkiye’nin yeni rejimine rahatça ‘kayyum rejimi’ demek mümkün. HDP’li belediyelerden tutun da son çıkardıkları sözüm ona yasayla, meşru demokratik yollardan erişemedikleri, zaptedemedikleri, sivil toplum kuruluşları da dâhil olmak üzere tüm mekân ve makamlara birini tepeden inme kayyum olarak atıyorlar. Kendilerinin kazanmadığı hiçbir seçimi tanımıyorlar. İşte, HDP’nin %70-80’lerle kazandığı belediyeler. Hem savcılığa, hem hâkimliğe, hem cellatlığa soyundukları iki satırlık yazılarla seçmenin iradesini çiğneyip geçiyorlar. Kendilerini de “Yeter, söz milletin” geleneği içine oturtuyorlar ama milletin sözü onları onayladığı sürece geçerli! Yıllarca ülkeyi yönetmiş, onların da hep yakındıkları askerî vesayet zihniyetiyle zerre fark yok. Gücü, askeri, polisi ellerine geçirince yakındıkları tüm kötülükleri şahikasına çıkardılar. Askerden-polisten şikâyetleri, kendileri asker-polis olana kadarmış!

Son olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör adı altında atanan kayyum da kayyum rejiminin bir örneği. Aynı HDP’li belediyelerde olduğu gibi, rejim, sonucu hoşlarına gitmeyen seçimi tanımadı. Birinci kayyumun atanmasından önceki seçimde Gülay Barbarosoğlu neredeyse %90 oyla seçilmişti ama rejim kayyum atamaktan çekinmedi. Burada iğneyi Boğaziçi’nin öğretim kadrosuna da batırmak gerekiyor. Bugün atanan dışarlıklı kayyum, içeriden atanan birinci kayyuma evet demenin, zamanında verilmeyen mücadelenin de bir sonucudur. Serbest seçimde %85-90’la kendi adına karar alacak yöneticiyi seçmekten daha meşru bir direniş ve haklılık zemini olabilir mi(ydi)? 

O gün oyuna ve seçtiğin yöneticiye sahip çıkmazsan, bugün rektör olarak başına bu da atanır, daha beteri de. Direniş gösterilseydi belki o gün de kaybedilirdi ama hiç olmazsa yapılması gereken yapılmış olurdu. Kaldı ki, geldiğimiz yer ortada. Eğer bunu engellemek için başka bir stratejiniz olsaydı o gün taviz vermek anlaşılır olabilirdi. Fakat hâlihazırda yaşanan, ‘Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir’den başka bir şey olmadı. O günlerde I. Kayyum’a evet derken ‘kurumu koruma’ bir gerekçe olarak ileri sürülmüştü. Bunun geçici bir dalga olduğunu ve ‘siper alarak’ atlatılacağını düşünmek yanlış ve haddinden fazla iyimser bir beklentiydi, o zaman da söylemiştik. Dolayısıyla, kurum korunamayacaktı ve korunamadı. Kaldı ki, akademisyen ve aydınların en az kurumlarına olduğu kadar demokratik değerlere, hakka, adalete karşı da sorumlulukları olmalı. Bu sorumluluk o zaman itiraz etmeyi gerektiriyordu.

Bir başka hususun da altını çizmekte fayda var. Kayyum olarak atanan kişinin vasıfları da konu ediliyor. Tabii ki atanan kişinin rektörlük için uygun vasıflara sahip olup olmadığı önemlidir ama daha önemlisi tepeden, zorbaca indirilmiş olması. İndirilen kişi rektörlük için biçilmiş kaftan olsaydı, bu yöntem gene de kabul edilmezdi.  

Bir de Boğaziçi’ne yapılan ‘elitist’ suçlaması var. Türkiye işte bunun için de çok yorucu bir ülke. En temel doğruları, insanlığın yüzyıllardır bildiği şeyleri Türkiye’de tekrar tekrar anlatmak zorundasınız. Bir üniversitenin amacı toplum vasatının mümkün olduğu kadar üzerine çıkmaktır zaten. Hocalarının doktoralarını dünyanın önde gelen üniversitelerinden almış olmaları da iyi bir şeydir. Bu açılardan elit olmak iyi ve istenen bir durumdur. Bunu başaran üniversite yerilmez, övülür. 

Yok, elitizmden kasıt, sadece belli bir sınıf veya zümrenin çocuklarının o üniversitede okuduğuysa, bu Boğaziçi için doğru değildir. Tabii ki toplumda her meselede olduğu gibi üst sınıfların çocukları sıralamanın üstünde yer alan üniversitelere girmek konusunda daha avantajlıdır ama bu Boğaziçi’ne özgü bir durum değildir; sınıflı toplumun bir sonucudur. Dolayısıyla, her toplumsal tabaka öğrenci popülasyonu içinde eşit biçimde temsil edilmeyebilir ama Boğaziçi’nde her zaman ülkenin her yerinden, her sınıftan öğrenci olmuştur ve bunlar öyle küçük bir oran falan da olmamıştır.

Bu çeşitlilik yalnız sınıf konusunda da söz konusu değildir. Başörtülü öğrenciler üniversitelerden dışlanmaya, atılmaya çalışılır, üzerlerinde baskı kurulurken, Boğaziçi onların nispeten de olsa rahat ettikleri bir mekân oldu. Velhasıl, Boğaziçi’ni elitizmle suçlamak doğru ve adil değildir. Ha, öğrenci ve hocalarında ülkenin en iyi ve en köklü üniversitelerinden birinin mensubu olmanın getirdiği gurur, kimi zaman gururu aşan bir kibir olabilir mi? Olabilir ama bunu alt sınıflardan gelip Boğaziçi’ne giren öğrenci de yaşar. Bu da belirli bir yere kadar haklı bir gururdur.