OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

‘Yasal hukuksuzluk’ kültürü

Eğer belli kişi ve grupları belli kategoriler içine yerleştirmeyi, onlara belli sıfatları yakıştırmayı ve onları öyle sunup kabul ettirmeyi başarabiliyorsanız, onlara, onların mal-mülklerine, onurlarına yapabileceklerinizin bir sınırı yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılına pek bir şey kalmadı. Yavaş yavaş bir bilanço çıkarmaya başlasak yeridir. Gerçi, bu bilançoyu her zaman çıkarıyoruz aslında. Bir asrı devirmek üzere olan ve ondan evvelki kötülükleri, yanlışları geride bırakan, yeni bir başlangıç olma iddiasıyla yola çıkan Türkiye Cumhuriyeti nasıl bir devlet, ülke ve toplum oldu? Vardığı yer, aldığı şekil nedir? Bu soruları ben daha ziyade ideoloji, zihniyet, siyaset, sosyal yaşam, toplumsal barış açısından soruyorum. Tabii, aynı sorular bilim, sanat, teknoloji vs. alanları için de sorulup ayrıca bir değerlendirme yapılabilir.

Bu sorular açısından baktığımızda Türkiye, demokrasisi gelişmemiş, toplumsal hayatın güven ve barış üzerine kurulu olmadığı, derin sosyal farklılıkları huzur içinde beraberce yaşatamayan, geniş kitlelerin kendini özgür hissetmediği, insanların birbirinden ve özellikle de devletten tedirgin olduğu, hatta korktuğu bir ülke ve toplumdur. Bunun birçok sebebi var ama en önemli sebeplerden biri, hukukun üstünlüğünün gerektirdiği normların yerleşmemiş oluşudur.

Başka bir deyişle, ne devlet ne toplum katında hukuk kültürü yerleşmiştir. Ancak uygulamayla yerleşen o normlardan en önemlileri de vatandaşlar arası eşitlik ve gerek dikey düzlemde devlet-vatandaş, gerek yatay düzlemde vatandaş-vatandaş ilişkisinde aktörlerin birbirlerine yapabileceklerinin bir sınırının olmasıdır. Hukukun üstünlüğünün yerleştiği, demokrasisi gelişmiş toplumlarda bu sınır, özellikle de siyasi otorite tarafından geçildiğinde, bir infial, bir tepki, en azından toplumun genelinde bir rahatsızlık oluşur. Türkiye’deki düzene baktığımızda ise, bugün de geçerli olmak üzere, gördüğümüz şudur: Eğer belli kişi ve grupları belli kategoriler içine yerleştirmeyi, onlara belli sıfatları yakıştırmayı ve onları öyle sunup kabul ettirmeyi başarabiliyorsanız, onlara, onların mal-mülklerine, onurlarına yapabileceklerinizin bir sınırı yoktur.

Bir ülkede siyasetçisi de, bürokratı da, vatandaşı da kuşaklar boyunca etraflarında olup biteni gözlemleyerek içinde yaşadıkları toplumda neyin meşru, neyin gayrimeşru, neyin yapılabilir, neyin yapılamaz olduğuna dair kanaat biriktirir ve bunları sonraki kuşaklara aktarırlar. Tıpkı kültürün diğer veçhelerinde olduğu gibi bu da toplumsal hafıza ve onun sosyalizasyon yoluyla aktarılmasıyla ilgilidir. Türkiye’ye bu açıdan baktığımızda, aktarılanın, bugün de KHK’lar, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri örneklerinde vücut bulan ‘yasal hukuksuzluk’ kültürü olduğunu görüyoruz.

Tarihe baktığımızda da Yirmi Kura Askerlik’ten Varlık Vergisi’ne, ‘gayrimüslim cemaat vakıfları’ olarak adlandırılan vakıfların mülklerine el konmasına kadar birçok örneğini görüyoruz bu ‘yasal hukuksuzluk’ durumunun. Ülke tarihinde üniversiteleri vuran, son dalgası da KHK’larla bugün yaşanan tasfiyeler de aynı kapsamdadır. Bunların hiçbiri, ‘derin devlet’ tabir edilen kapalı, karanlık unsurların organize ettiği işler değil(di); bilakis, devletin açık ve asli organlarının hazırladığı ve uyguladığı yasa veya kararlar marifetiyle hayata geçirilen uygulamalar. Birçok örnekte de bunlar vatandaşın da gönüllü, seve seve katıldığı yağmaya dönüştü. 

Peki, bunlarla yüzleşildi mi, bunlar aşıldı mı? Maddi-manevi etkilerinin tamiri için bir adım, özellikle de kamu otoritesi tarafından atıldı mı? Bunlara tatmin edici biçimde olumlu yanıt vermek zor. Zaten bunlar yapılsaydı yukarıda saydığımız etkiler ve zihniyet üstüne koya koya bugünlere kadar ulaşmazdı, çünkü takip eden kuşaklar, içinde yaşadıkları topluma dair başka mesajlar almış olurlardı. İşte tarihle yüzleşme bunun için gerekli ve önemlidir. 

Bırakın hukuk ve demokrasi kültürünün derinleşmesi için doğru mesajları almayı, bugün Türkiye’de – yüzde vermek mümkün değilse de– geniş kitleler yukarıda saydığımız olayları ya hiç duymamıştır, ya tam olarak ne yapıldığını bilmiyordur, bilenlerin bir kısmı da ortada gayrimeşru bir şey görmüyor, hatta yapılanları olumlu buluyordur.

Dolayısıyla, sonuç olarak söyleyecek olursak, hani geçmişteki haksız uygulamaları savunanların bir argüman olarak ileri sürdükleri “dönemin şartları gereği” iddiası var ya, onlar bunu söylerken o dönemin şartlarının geride kaldığını ima ediyorlar ama ben de diyorum ki, dönemin şartları geçmedi, hâlâ yerlerinde duruyorlar, çünkü o kafalar baki. Biz hâlâ o zihniyetle beraber yaşıyoruz. Dolayısıyla tüm bunları konuşmak dünü değil bugünü, dedelerimizi değil çocuklarımızı konuşmaktır.