'Yeni ekonomik model' Türkiye'yi nereye götürüyor?

Uluslararası finans uzmanı Ercüment C. Bars, hükümetin ‘yeni ekonomik model’in arka planını Agos okurları için kaleme aldı. Bars hükümetin enflasyonu düşürmek yerine önceliği büyümeye vermesinin nelere yol açtığını ve açacağını mercek altına alıyor. Bars, "Son AB Komisyonu raporunda da vurgulandığı şekliyle, Avrupa Türkiye’nin giderek daha otoriter bir yönetime dönüşmesinden endişe ediyor. Otoriter rejimlerin ortak özelliği, finansal olarak kendi kendilerine yeterli olmaları, ki genellikle bu bir doğal kaynak zenginliği ile mümkün oluyor. Türkiye’nin yüksek cari açığı, yaşanılan krizlerde her zaman AKP yönetimi için bir ayak bağı oldu. Batı’ya ne kadar kafa tutulsa da Batı sermayesi olmadan Türkiye’nin ekonomik çarkları dönmüyordu. Bu açıdan, yaklaşan seçimler, cari açığı kapatma söylemi ve Körfez sermayesine yönelimi beraber okumakta fayda var" diyor.

‘Yeni ekonomik model’ denince benim aklıma ilk gelen Berat Albayrak oluyor. İki yılı aşan görev süresi boyunca, ardı ardına açıkladığı yeni ekonomi programlarıyla ‘yeni’ kelimesini eskitip, ‘yeni’yi olağanlaştırmıştı. 2018 yılında, ilk yeni ekonomik programını ‘Dengelenme, Değişim ve Disiplin’ diye tanımlamıştı. 2019’daki yeni programla, “Yeni Türkiye’de değişim başlıyor” demiş ve 2020 yılında görevden alınmadan kısa süre önce de ‘Yeni Dengelenme, Yeni Normal ve Yeni Ekonomi’ temalı bir program açıklamıştı. 

Nasıl artık zamlara zam denemeyip, ‘fiyat güncellenmesi’ deniyorsa, yaşanan ekonomik daralmalara da ekonomi yönetimi uzun suredir ‘dengelenme’ diyor. Dengemizi de hep arkadan iten ‘faiz lobisi’, ‘dış mihraklar’ ve ‘onların yurtiçindeki işbirlikçileri’ bozuyor. Dengemizi bulur bulmaz da eski alışkanlıklarımıza dönüveriyoruz. 

Felsefede ‘Theseus’un gemisi’ olarak anılan paradoksa atıfta bulunarak, bu sürekli yenilenme sürecinde aslında çok yeni bir şey yok. Tahtaları değişse de maksadı aynı. Gemi, hâlâ ayni gemi. Ama illa bir yenide kusur bulunacaksa, Türkiye’nin halen yaşadığı ekonomik sorunların temelinde, yeni ekonomik program ya da modellerin hatalarından ziyade, Türkiye’nin ‘yeni yönetim modeli’ olan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yatıyor.  

Sorunun temeli
Son üç yıl içinde sıkça dile getirilen kurumsal yapının zayıflaması, bürokraside yaşanan hızlı erozyon, yönetim kademelerinde liyakatten uzaklaşılması ve karar alma sürecinin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresine indirgenmesi bu yönetim modelinin değişmesinin doğal sonucudur. 2002-2018 arasındaki dönemi üç maliye bakanı ile yürüten AKP’nin, başkanlık sistemi altında şimdiden iki bakan eskitip, üçüncüyü atamış olması da bunun çarpıcı bir göstergesi. Merkez Bankası için de aynı durum söz konusu. 

Ekonomi politikalarının da bundan nasibini almaması düşünülemezdi. Önümüze 20 yıllık AKP yönetiminde ‘yeni ekonomi’ diye sıkça sunulan formül; ‘sürdürülebilir büyüme’, ‘yenilikçi ve yüksek katma değerli üretim’ gibi süslü laflarla sunulsa da AKP’nin önceliği her zaman büyümeyi sürdürmek oldu. Yoksa finans çevrelerine söylendiği gibi ‘sürdürülebilir büyüme’ değil. 

Bu pencereden bakılınca, neden ‘yeni ekonomik model’e ihtiyaç duyulduğu da anlaşılabilir. Madem ‘yeni’ deniyor bu bir anlamda da ‘eski’nin iflasının ilanı. Ne oldu da ‘eski model’ iflas etti? Yurtdışı borçlanma ile finanse edilen, yurtiçi tüketim ve inşaata dayalı, TL kredi ihtiyacı çok yüksek olan bu model neden durdu? 

İki seçenek
Cevabin bir kısmı ‘konjonktürel’. Pandemi sonrasında hızlı bir toparlanma yaşandı ve küresel olarak faizlerin enflasyonu takiben yukarı gitmeye başladığı bir sürece girdik. Türkiye’nin risk primi de ekonomi politika tercihleri ve yüksek borçlanma ihtiyacı nedeniyle zaten benzerlerinden yüksek seyrediyordu. Sonuçta, AKP yönetiminin bir tercih yapması gerekiyordu: 

1) Enflasyonu düşürmek ve döviz girişinin devamını temin için yüksek faizin daha da yükseltilmesi ki bu büyümenin, özellikle inşaat sektörünün yavaşlaması anlamına geliyor. 

2) Önceliği büyümeye verip, enflasyon ve döviz kurunda yaşanacak olumsuzlukların azaltılması için idari önlemlere yönelmek. 

İkinci tercihin yapılmasında, AKP’nin çevresindeki elitlerin de ağırlıklı olarak yüksek enflasyon ve yüksek döviz kuru artışlarından yararlanacak olmasının da payı var. 

Cevabın diğer kısmı ise siyasal iktisadın konusu. Son zamanlarda, cari açığın bir an önce kapatılmasına yönelik artan bir vurgu var. Genel kabul, dış dengesizliklerin (cari açık), iç dengesizlikler (bütçe açığı, enflasyon) gözetilerek ve yapısal dönüşüm gerçekleştirilerek kapatılmasıdır. Sadece döviz kuruna verilen bir şok ile kapatılmaya çalışılan bir cari açık, enflasyonun kontrolden çıkmasına, yurtiçi ekonomik aktivitedeki düşüş ve artan borç yükü nedeniyle kamu finansmanının bozulmasına neden olacaktır. 

Neden birdenbire cari açığın birinci öncelik olduğu üzerinde düşünmek gerekiyor. Son AB Komisyonu raporunda da vurgulandığı şekliyle, Avrupa Türkiye’nin giderek daha otoriter bir yönetime dönüşmesinden endişe ediyor. Otoriter rejimlerin ortak özelliği, finansal olarak kendi kendilerine yeterli olmaları, ki genellikle bu bir doğal kaynak zenginliği ile mümkün oluyor. Türkiye’nin yüksek cari açığı, yaşanılan krizlerde her zaman AKP yönetimi için bir ayak bağı oldu. Siyasi olarak atılan geri adımları, faiz artışı ve sermaye kaçışı takip etti. Batı’ya ne kadar kafa tutulsa da Batı sermayesi olmadan Türkiye’nin ekonomik çarkları dönmüyordu. Bu açıdan, yaklaşan seçimler, cari açığı kapatma söylemi ve Körfez sermayesine yönelimi beraber okumakta fayda var.

Çıkarılan dersler
Son olarak, AKP’nin önceliği büyümeye veren tercihine geri dönelim. Yüksek enflasyona rağmen, faizi düşürmekte ısrar edince, Hazine’nin borçlanma faizi ve Dolar kuru hızla yükseldi. Berat Albayrak’ın rezervleri kamu bankaları aracılığıyla satarak kuru kontrol etme girişiminin başarısız olmasından bir ders çıkarılmış. Londra ile swaplar üzerinden 2018’deki gibi bir didişme de söz konusu değil. Kurun piyasada istikrara kavuşması bekleniyor ve bu esnada da AKP’li bakanlar kurdaki hareketin aslında Türkiye ekonomisi için ne kadar hayırlı olduğunu anlatıyor. 

Gözden kaçan, geçen dönemlerden farklı olarak, dövize talebin ağırlıklı olarak yurtiçindeki tasarruf sahiplerinden gelmesi. Yıllık enflasyonun resmi rakamlara göre yüzde 25, alternatif ölçümlere göre yüzde 50 civarında olduğu bir ortamda, vergi sonrası TL mevduata yüzde 13-14 faiz veriliyorsa, alım gücünü kaybetmek istemeyen tasarruf sahibi TL’den kaçacaktır. Bu kaçış, özel sektörün yüksek dış borç ödemeleri ve ithal girdi sebebiyle ihtiyaç duyduğu döviz talebiyle beraber düşünüldüğünde, TL’nin istikrara kavuşması döviz kurundan ziyade, bu uyumsuzluğun ortadan kalkmasına endekslenecektir.

Neden ‘Çin modeli’? 
Peki reel faizin daha da düşmesi (faiz-enflasyon makasının açılması) ile döviz kuru artışına devam ederse ne olabilir?  Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi faiz artışları söz konusu değilse, iki seçenek ortaya çıkar: 

1) Kurun gidişini, küçük müdahaleler yapılsa da seyretmek ki özel sektörde büyük hasara yol açıp, nihayetinde sermayenin el değiştirmesine neden olacaktır. 

2) Kurun seviyesini belirlemek için, pek çok gelişmekte olan ülkede uygulanmış olan sermaye kontrollerini getirerek, yurtiçinde dövize erişimi ve yurtdışına döviz çıkışını sınırlamak. 

AKP’li yetkililerin ‘Çin modeli’ referanslarından hareketle, ikinci seçeneğin ihtimali yükseliyor, diyerek bitirelim.

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında