Ermenistan'daki gençlik forumundan izlenimler

Konuşmam saat 16.30’daydı. Dolayısıyla önceki oturumları dinleme ve atölyelere katılma şansım oldu. İçinde bulunduğum ortamlarda dikkatimi en çok çeken şey, sohbetler esnasında dünyadaki Ermeni toplumları anılırken, İstanbullu Ermenilerin, bildiğimiz ismiyle ‘Bolsohayların’ bahsinin hiç geçmemesiydi. Amerika’da, Rusya’da, Avustralya’da, Almanya’da, Fransa’da ve Polonya’da Ermeniler vardı ama Türkiye’de Ermeni hiç yoktu sanki. Bununla beraber, Türkiye’den geldiğimi söylediğimde bana yöneltilen sorulardan hareketle, diasporadaki Ermenilerin Türkiye’deki Ermeniler hakkında tahmin ettiğim kadar bilgi sahibi olmadıklarını fark ettim.

Geçen hafta, Ermenistan Diaspora İşleri Yüksek Komiserliği tarafından ilk kez düzenlenen Ermeni Ulusal Gençlik Forumu’na Hrant Dink Vakfı adına katıldım. Üç gün boyunca Yerevan’ın simge mekânlarından biri olan Opera Binası’nda, yaşları 18 ila 35 arasında değişen ve dünyanın farklı noktalarından gelen altı yüz Ermeni’nin katıldığı bu etkinliğe konuşmacı olarak davet edilmiştim. Bu vesileyle, uzun zamandır ziyaret etmediğim Ermenistan’ı görecek, üyesi olduğum toplumun, başka türlü yan yana gelme şansımın olamayacağı geniş bir kesimiyle tanışma fırsatı edinecektim.

Konuşma yapacağım oturumun konusu, dönüşen kimliğimiz ışığında kültürümüzü nasıl sahiplendiğimiz üzerineydi. Elbette, Türkiye’den gelen bir Ermeni olarak binlerce yıldır Anadolu’da coşkulu bir şekilde yaşamış ve üretmiş, son yüzyılda ise İstanbul’a sıkışıp kalmış Türkiyeli Ermenileri temsil etmenin sorumluluğunu hissediyordum. Yapacağım konuşmanın kapsamını düşünürken, Hrant Dink Vakfı’nda üzerinde çalıştığımız kültürel miras projeleri ve Anadolu’daki Ermeni kurumlarının akıbeti geliyordu aklıma.

Forumun ilk günü, Opera Binası’ndan içeri girdiğimde, kalabalık içinden tanıdık simalar görmeyi umdum ancak göremedim. Daha sonra, organizatörlere, benim dışımda Türkiye’den gelen katılımcı olup olmadığını sordum. Görüştüğüm kişi, Türkiye’den konuşmacı olarak yalnız benim olduğumu, katılımcı olarak ise gelen olup olmadığını bilmediğini söylediğinde şaşırdım. Tüm dünyadan altı yüz Ermeni gencinin davet edildiği bir etkinliğe Türkiye’den yalnızca ben gelmiş olabilir miydim?

Pek bahsi geçmeyen ‘Bolsohaylar’
Konuşmam saat 16.30’daydı. Dolayısıyla önceki oturumları dinleme ve atölyelere katılma şansım oldu. İçinde bulunduğum ortamlarda dikkatimi en çok çeken şey, sohbetler esnasında dünyadaki Ermeni toplumları anılırken, İstanbullu Ermenilerin, bildiğimiz ismiyle ‘Bolsohayların’ bahsinin hiç geçmemesiydi. Amerika’da, Rusya’da, Avustralya’da, Almanya’da, Fransa’da ve Polonya’da Ermeniler vardı ama Türkiye’de Ermeni hiç yoktu sanki. Bununla beraber, Türkiye’den geldiğimi söylediğimde bana yöneltilen sorulardan hareketle, diasporadaki Ermenilerin Türkiye’deki Ermeniler hakkında tahmin ettiğim kadar bilgi sahibi olmadıklarını fark ettim. Yanılıyor da olabilirdim. Pekâlâ biliyor ama işin içinde Türkiye olunca aldırmamayı veya bilmiyor olmayı tercih ediyor olabilirlerdi. Ancak şu bir gerçekti ki, dünyadaki Ermeniler arasında Türkiyeli Ermenilerin kültürel ve sosyal ağırlığı konusundaki önceki varsayımımın gerçeklikle hiç de bağdaşmadığı suratıma çarpmış oldu.

Konuşmacı olarak katılacağım oturumun saati yaklaştıkça gerginliğim ve heyecanım gitgide arttı. Binanın görece daha sakin bir tarafına geçip, konuşmamda nelerin üzerinde durmam gerektiğini son kez zihnimden geçirdim. Nitekim Türkiye’den gelen bir Ermeni olduğumu söylediğim vakit salondaki yüzlerce kişinin bana dikkat kesileceğini ve ağzımdan çıkacak her bir cümlenin Türkiye’nin ve Türkiyeli Ermenilerin temsili için önem taşıyacağını tahmin edebiliyordum.

Diğer konuşmacılarla birlikte sahneye çıkacağımız an kalbim çok kuvvetli çarpmaya başlamıştı. Sunucu, çalıştığım kurumu ve adımı anons ettikten sonra sahnede yerimi aldım. Rahat hissetmiyordum. Yan yana oturduğum diğer konuşmacıların nereden geldikleri, nasıl bir kültür içinde doğdukları ve Ermeni kimliğine karşı düşünceleri sanki öngörülebilir gibiydi. Oysa ben, orada pek de iyi gözle bakılmayan Türkiye’dendim. Ermeniceyi çok iyi konuşabilen, kilisesini eksik etmeyen ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı biri de değildim üstelik. Beni dinlemek için salonu dolduran bu genç insanlar karşısında, onların bilmedikleri veya farkında olmadıkları ‘bizden’ ne anlatabilirdim?
Adom Şaşkal

Mikrofonu elime aldıktan sonra, uzun yıllar boyunca dünyadaki Ermeni entelektüel birikimini besleyen en bilindik coğrafyalardan olan İstanbul ve Anadolulu Ermenilerin neslinin tükenmekte olduğunu söyledim. Bir zamanlar şairler, yazarlar, doktorlar, mimarlar, mühendisler, eğitimciler, bilim insanları ve zanaatkârlar yetiştiren ve sayıları milyonları bulan o topraklardan bugün yalnızca ben vardım o salonda.

Evet, ayakta tutmaya çalıştığımız kurumlarımız, yaşatmaya çalıştığımız kiliselerimiz ve okullarımız vardı. Ancak her yıl nüfusu biraz daha azalan ve dilini konuş(a)mayan bu toplumu kurtaracak olan şey, kültürel miras denince, bugün herkesin ilk aklına gelen ‘binalar’ olmayacaktı. Bırakın diasporadaki Ermenileri, bugün bulunduğumuz coğrafyada yaşayan Türklerin dahi yüz yıl önce Anadolu’nun her köşesinde yaşamış Ermenilerden haberi yoktu. Bu yüz yıllık bellek yitimi, yalnızca okullarda okutulan resmî tarihin başarısını değil, bizim kendi hikâyelerimizi aktarmaktaki başarısızlığımızı gösteriyordu.

İletişimsizlik
Sorun, ilk bakışta farklı ülkelerde kümelenmiş Ermeni toplumları arasındaki iletişimsizlikte görünüyordu bana kalırsa. Buna ilk örnek olarak Türkiye’deki Ermeniler verilebilir. Ermenistan’ı görme ve tanıma ihtiyacı duymayan, diğer ülkelerdeki Ermeni toplumlarından insanlarla bir araya gelmeyen, kendini anavatanında görüp dışındakileri küçümseyen Türkiyeli Ermeniler. Böyle birinin dilini önemseme, kültürünü yaşatma motivasyonu da olamazdı elbette. Benzer bir şekilde, Ermenistan’dakilerin ve diasporadakilerin de Türkiye’ye ve Türkiye’deki Ermeni toplumuna karşı (anlaşılır olsa bile) mesafeli yaklaşımı, Ermenilerin yurdu olarak anılagelmiş Anadolu’daki ‘hikâyelerimizi’ daha bir sahipsiz kılıyordu. Konuşmamı sonlandırırken, Ermenistan ve diasporadakileri Türkiye’ye, yaşatılmak için uğraş verilen, çalışmakta olan kurumlarımızı görmeye davet ettim. Benzer bir çabayı buradaki Ermenilerin Ermenistan’la ve diasporayla daha sıkı ilişkiler kurmasına yönelik harcayacağımı da belirttim.

Sözümü bitirir bitirmez, şöyle bir kaygıya kapıldım: Onlara yeni bir şey söyleyebilmiş miydim? Öte yandan halen aktif olarak savaşta olan bir ülkenin insanlarını, normal olarak mesafeli duracakları memlekete davet etmenin ne kadar akla yattığından emin de değildim.

Konuşma sonrası oluşan ilgi
Oturumun sonunda sahneden iner inmez kalabalık bir grup elimi sıkıp, bana teşekkür etti. Bazıları, konuşmamın kendilerini yüreklendirdiğini ve daha önce tereddütte oldukları Türkiye ziyaretlerini yapmaya artık daha gönüllü olduklarından bahsettiler. İçlerinden, bu nazik dileklerini ve heyecanlı isteklerini Türkçe söyleyenler de oldu. İnsanların meraklı sorularını bildiğim kadarıyla cevaplandırmaya çalışırken, düşündüğümün aksine, üyesi olduğum Ermeni toplumunu yakından tanımak isteyen bunca insanın olması beni çok mutlu etti. Nitekim günün sonunda, foruma İstanbul’dan katılan iki Ermeni’yle daha karşılaştım. Düşündüğüm kadar yalnız değilmişim meğer.

Yine de, altı yüz kişinin içinde üçtük sadece.



Yazar Hakkında