Öğretmenler yılmış ve yıpranmış durumda

Geçen hafta Ermeni okullarında görev yapan öğretmenlerimizin sorunlarını manşetimize taşımıştık. Sekiz ayrı okulda görev yapan yedi öğretmen isimleri gizli kalmak şartıyla içinde bulundukları duruma dair değerlendirmelerde bulunmuşlar ve geçinmekte zorlandıklarını belirtmişlerdi. Bu hafta yine okullarımızda görev yapan öğretmenlerden biri “Nerkin Tsayn” yani “İçimizdeki Ses” rumuzuyla uzunca bir değerlendirme kaleme aldı. Görünen o ki öğretmenler dertli. Ve tek mesele maaşlar değil. Yazıyı paylaşıyoruz. Vakıf yöneticilerin açıklama ya da yanıtlarına sayfalarımızın açık olduğunu da belirtelim.

Vakıflarda bizi rahatsız eden ne? Neden şikayetlerimiz bitmiyor? Seçim yapıldı, en değişmesi gerekli görülen vakıf üyeleri/başkanları değişti de diyebiliriz, peki ne değişmedi? Zihniyet, ilkesizlik,  bilgisizlik…

Son birkaç haftadır öğretmenlerin maaş beklentileri üzerinden kamusal tartışmalar dönüyor ancak bence hepsi eksik. Bir süre önce Hrant Dink Vakfı’nda Hülya Delihüseyinoğlu’nun, devletin okullarımız üzerindeki müphemlikle yönetimi üzerine hazırladığı sunumunu dinlerken, içerikteki üç başlığın okullarımızın iç dinamizmine de uygun olduğunu düşündüm: “Yönetim Zihniyetinin Dönüşümü, Belirsizlik-Öngörülemezlik ve Güvencesizlik, Neoliberalleşme ile Eğitim Sisteminde Öznenin Disiplini”. Okullarımızda gözlemlediğim ve çevremden işittiğim yönetimsel sıkıntıları bu başlıklar altında toplanamaya çalıştım. 

Vakıfların yansımasını, en bariz şekilde okullarımızda görüyoruz. Ve bu yansımada, yöneticilerin, söylemlerine/eylemlerine ilk önce muhatap olan öğretmenler oluyor. Bazen öğrencileri için, bazen kendileri için muhatap arıyorlar ve birazcık eleştirel düşünebilen, ufkunu genişletebilmiş öğretmenler için çoğunlukla harap olmuş sinirlerle sonuçlanıyor tüm görüşmeler. Bir yerden sonra buna tahammül etmenin kendi değerini harcadığını düşünenler, başka özel okullarda hak ettikleri değeri, muhatap olmaları gereken üslubu aramak için okullarımızdan ayrılıyor. Çoğunlukla da mutlu bir tebessümle yeni deneyimlerini paylaşıyorlar.

Yönetim zihniyetinin dönüşümü başlığından adım atmaya başlayalım. Okullarımız, yüz yıldan uzun zaman önce, toplum çocuklarına eğitim adı altında, dönemin birçok temel işlevini yerine getirmek için kişisel teşebbüslerle kurulmuş. Yüz yıl önce yönetim kadrosunun öğretmenlere tutumunu tüm açıklığıyla bilemeyiz bu yüzden başlığımdan “Dönüşüm” ifadesini çıkararak en azından yönetim zihniyetini aktarmaya çalışacağım.

Nasıl bir vakıf yönetimi? 
Nasıl bir vakıf yönetimi, başkanları/üyeleriyle karşı karşıyayız? En görünür birkaç kişi dışında vakıfların yönetim kadrosunda kim kimdir, vakıf içinde ne iş yapar biliyor muyuz? Bu son seçimde değişimin adayları kendi görevlerini dağıtmış bir şekilde karşımıza çıktılar, bir nebze daha tanınır durumdalar. Ancak tüm vakıflar böyle mi?

Mesela kimin ne iş yaptığını, kimin kimi nasıl denetle(me)diğini, yönetim üyelerinin birbirinden ne kadar haberdar olduklarını, ulusal bir gazeteden öğrendik. Haberi toplumumuza açıklayanlar, yaşananların vakıf mahallesi tarafından bilindiğini, geri kalanın ilk defa duymuş olmasına şaşırdıklarını paylaştılar. Çok haklı değiller mi? Nasıl olur da X vakfının yönetim kurulu üyesi vakıf içinde ne yapıyor bilmezsiniz? Olayla ilgili kamuoyu bilgilendirilmediği için mi, vakıftan birisi –hem de böyle bir sebepten- istifa edince duyurulmadığı için mi? Yoksa komple bizim ilgisizliğimizden mi? 

Bir başka vakıfta, yönetimle okul idaresi iç içe geçmeye niyet etmişti, neyse ki herkesin yerinin ayrı olması gerektiği akla düştü ve böyle bir aymazlığa (bilerek ya da bilmeyerek) engel olundu. Bir düşünelim, idarecinizin aynı zamanda maaşınızı veren yöneticiniz olması nasıl bir distopya olurdu? Müdürlerimizden çağdaş eğitimi, öğrenciyi ve öğretmeni korumaları beklenirken, vakfın/yönetimin “beka”sını koruma görevi mi üstleneceklerdi? 

Peki, siz vakıf yöneticinizden maaşınızın öğretmenlik performansınıza göre ölçüleceği haberini aldınız mı? Kim ölçecek performansınızı, eğitimin ne olacağına dair tek bir makale okumamış vakıf yöneticileri mi? Vakıfla iç içe geçmiş idareciler mi? Ya da performans ölçüm aracı ne olacak? Aylık ürettiğiniz materyal mi? Öğrencilerinizin aldığı sınav notları mı? Velilerin öğretmenler hakkında yaptığı yorumlar mı? Müdürün en yakın haber taşıyanı, yok pardon, en uzun süre birlikte çalıştığı iş arkadaşı mı? Yoksa kadın emeğinin tarihsel gelişimini ve öğretmenliği, ‘saçını yaptırmak için’ diye özetleyen idareciniz mi değerlendirecek?

Bir anlığına toplumumuzu unutup, vakıflı özel bir okulda çalıştığınızı düşünün. Bu vakfın içinde eğitimden sorumlu birisi olsun ve öğretmen görüşmelerini o kişi yapsın. Sizce bu görüşmeler nerede gerçekleşir, kullanılan dil/üslup nasıldır? Okulun dışında okul hakkında görüşme yapabilir mi, samimiyet kelimeleri kullanabilir mi, “canım” gibi? Ya da sarılabilir mi iş konuşurken, bir kutlama yokken, bir yas paylaşılmazken?

Sorular
Bir soru daha takıldı aklıma; acaba bir vakıf yöneticisi ‘maaşlarımız yetmiyor, emeğimizi karşılamıyor’ diyen öğretmenlere, sınırları epeyce aşarak, mesai saatlerinin sonunda ne yaparak para kazanabileceklerini örneklendirebilir? Dikkatinizi çekmek istiyorum, daha fazla para kazanmaları için bir öneri vermesinin sınır aşımı olduğundan bahsetmiyorum, ben, verdiği önerinin sınır aşımından söz ediyorum. Sizce ne iş yapmalarını önermiş olabilir?

Gelelim ikinci başlığa: “Belirsizlik-Öngörülemezlik ve Güvencesizlik”. Güvencesizliğin en büyük göstergesi sanırım, bu mektubu ne kendi ismimi kullanarak yazabiliyor ne de vakıfları direkt örnek verebiliyor olmam. Öğretmenler idarecilere, yöneticilere, doğrudan eleştirilerini yöneltseler de bunu kamuoyuyla paylaşmaktan çekiniyorlar. Çünkü toplumumuz şeffaflığa, etik değerlere değil ama, emeğin değerine çok uzun zaman önce yabancılaştı. Öğretmenin kendini savunmasını sadece ekonomik şartlar engellemiyor, her haberin hızlı ve teyitsiz yayılması itibarını tehlikeye atıyor, kişi olarak değerini, mesleki yeterliliğini sorguya açmasına sebep oluyor. Kendi öz değerini, meslek onurunu koruyabilmek içinse çoğunlukla kamuoyu içinde susuyor öğretmenler. Bir başka Ermeni okuluna iş başvurusu yaptığı bilgisi, mevcut okuluna bildirilince işten çıkarılan öğretmenler varken, açık açık sorunları konuşabilen öğretmenleri nasıl bulabileceğiz? Dolayısıyla nasıl gelişeceğiz, çocukları geliştireceğiz?

Belirsizlik
Belirsizlik elbette ülke genelinden bağımsız işlemiyor ve  ekonomik boyutta kendini hissettiriyor. Öğretmenlerin iş ilişiği çok geç bir zamanda kesiliyor, yeni senenin sözleşmeleri çok geç bir zamanda imzalanıyor: Haziran gelir, dönem boyunca hiç uyarı almadan işlerinden edilirler; Eylül gelir, belli olmayan zam oranını imzalamak durumunda kalırlar. İmzalamak durumdalar çünkü diğer tüm nitelikli özel okullar kadrolarını çoktan hazırlamış. İşin üzücü yanlarından biri, artık öğretmenler “bizim vakfımız” aidiyetinin taşımıyor. Çünkü “bizim öğretmenimiz” değerini görmüyorlar. Okulları iş yeri, yöneticileri iş veren gözüyle görmeye, toplum olmanın toleransını sınırlı alanlarda kullanmaya başladı öğretmenler. Bunun sebebi de yukarda sıralanan üslup, muamele, güvencesizlik, belirsizlik. Kaç tane okulumuzda, dönem ortasında öğretmene, öğretim teknikleri, öğrenciye yaklaşımı, kurumsal ilkelere uyumu hakkında nitelikli geri bildirim verilir ve bir sonraki sene hakkında bilgilendirilir? O halde neden sahiplensin ki öğretmenler “iş yerini”.

Veliyi “hoş tutma” adına
“Neoliberalleşme ile Eğitim Sisteminde Öznenin Disiplini” öğretmenin disiplinine dönüşmüş durumda. Sınırsız veli talepleri, çağdaş, tüketici eğitim modeliyle uyum içinde. Okullarımızın hepsinde aynı modelin uygulandığını söyleyemem ancak veliyi hoş tutma, çocuğu “üzmeme” adına birçok ilkeden taviz veriliyor. (Bu tavizi veren okulların ortak özelliklerine bakmak da belki faydalı olabilir). Veliyi hoş tutmazsak ne olur? “Acaba çocuğumu alsam mı diye düşünüyorum” cümlesi duyulur. Duyulsun, ne olur? Hiçbir şey olmaz. Eğer ki çocuğu üzmemekten kastımız sınırsız, saygısız, farkındalığı olmayan bencil kişiler yetiştirmek değil de, çocuk hakları temelinde, çocuğun ruhsal ve bedensel iyiliğini gözetmek ise, veli istediği kadar şikayetçi olabilir. Çünkü öğretmenin yaptığı ikincisidir, aynı anda onlarca çocuğun ortak iyisini hızlıca gözetebilen öğretmendir. Aynı şartlarda başka okul bulabiliyorsa bırakalım gitsin, zaten gittiği yine bizim okulumuzsa neyi kaybederiz? 

Ermenice dersler meselesi
Bir diğer memnuniyetsizlik de Ermenice dersinden kaynaklanıyor. Çocukların gelecekteki mesleklerine hazırlanması için henüz ilkokuldan başlayan bir hengâme var. Mesleklerine en iyi şekilde hazırlanmaları için Ermenice yerine başka “gerekli” dersler istiyorlar. O halde neden Ermeni okulu tercih ediyorlar? Çünkü korunaklı, çünkü “bizim çocuğumuz”, çünkü istediğimizi istediğimiz gibi söyleyebiliriz. Çünkü öğretmenine güveniyor, ne derse desin öğretmeninin çocuğuna zarar vermeyeceğini, bunu başka bir yerde göze alamayacağını da biliyor. 

Öğretmene hızlı ulaşmak, istediği gibi konuşabilmek, “siz” yerine “sen” demek, velilerin yeni tutumları. Aklıselim bir anınızda bu tutumlara izin veren okullara bakarsanız, onlar için karlı bir müşteri olduğunuzu da göreceksiniz. İlkeli bir okulda herkesin sınırı vardır, acil durum çantası değildir ki öğretmen, hızlıca ulaşabilesiniz. Yolları kapalı, kimsenin okuma/yazma bilmediği bir köyde yaşamıyorsanız, akşam 8’de 9’da ne olabilir de sizin imdadınıza yetişebilir? Hastalık? Ailede bir kayıp? Ödev eksikliği? Peki ne yapabilir tüm bunlara? Bunların hepsi okul sekreterliğine bildirilip, öğretmene aktarılacak bilgilerdir.  Kayıp, hastalık, unutkanlık bunların hepsi öğretmenin de yaşayabileceği ve mesleğinin gereğince çözümleyeceği şeylerdir. Düşünsenize, öğretmen fotokopileri dağıtmayı unuttu, akşamın 10’unda aklına geldi, sizlere mesajla “yarına bu ödevi yaptırın” diyerek resim gönderdi...

Asgari ücret zammıyla birlikte öğretmenlerin maaş beklentileri soruluyor. Eksik. Öğretmenlerin arka planda mücadele ettikleri bir sürü sorun var. Bu sorunlardan öğretmenler yılmış ve yıpranmış durumda. 

Kategoriler

Toplum


Yazar Hakkında