Oyuncaklar / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Diyarbekir, 2007... Büyüklerimin doğduğu yere ilk ziyaretim. Sur’un dar sokaklarında yürüyerek Surp Giragos Kilisesi’ni arıyorum. Adını hep duyduğum o şehirde geçirdiğim ilk gün hatıralarla ve derin duygularla dolu. Art arda, çocukluğumdan sahnelere tanık oluyorum âdeta. Sokaklarda oyun oynayan, birbirini kovalayan, kahkahalar atan çocuklar...

Çocukluğumda, Kamışlı’da oyuncaklar ve sokak oyunlarıyla dolu bir dünyamız vardı bizim de. Bazı toplu oyunlar için belirli oyuncaklar ya da nesneler gerekirdi, misket ya da topaç gibi... Tabii, herkesin koleksiyonunda, şehir merkezindeki özel dükkânlardan alınmış, en pahalısından, birinci kalite bir misket ya da topaç olurdu mutlaka. Ama oyun araçlarımızın çoğu mahalle bakkallarından alınmış, ucuz şeylerdi. İki parçadan oluşan, ucundaki halka şeklindeki kısmı fırlatıp uçurabildiğiniz, plastik bir oyuncak vardı mesela. Uç kısmına maytap konup havaya atılan, yere düştüğünde patlayıp ‘bum’ diye ses çıkaran, parmak büyüklüğünde roketler... Sakız ya da şeker paketlerinin içinden çıkan, Tarzan ve Herkül filmlerinden fotoğrafların basılı olduğu kâğıtların koleksiyonunu yapar, bunları aramızda değiş tokuş ederdik. Uzuneşek gibi, güç ve cesaret isteyen oyunlar da oynardık. Çelik çomak oynarken (biz ‘hangilyo’ derdik), elimizdeki uzun değnekle, yerdeki küçük tahtayı havalandırıp mümkün olduğunca uzağa fırlattıktan sonra “Haaangilyooo” diye bağırarak tahtanın gittiği yere koşardık.

Bir tahmin oyunumuz vardı, ‘kurkucan’ dediğimiz. Birimiz aklından bir hayvan tutar, sonra o hayvanı tarif eder, diğerleri de hangi hayvan olduğunu tahmin etmeye çalışırdı. Sözlü bir tarif değildi bu; çocuk, “Kurkucan, kurkucan, iii kurkucan; rasuman, rasuman, iii rasuman” diyerek, el hareketleriyle, hayvanın vücudunun çeşitli kısımlarının büyüklüğünü göstermeye çalışırdı. ‘Ras’ Arapçada ‘kafa’ demektir; ‘uman’ ise, Kamışlı’nın Kürtçe, Süryanice ya da Arapça ağzında iyelik eki olsa gerek, bilemiyorum.

Yaz geceleri oynadığımız, fiziksel sınırları olmayan saklambaç ise başka bir âlemdi. Başlangıç ve bitiş noktası, bizim evin çaprazındaki sokak lambasıydı ama herkes istediği yere, hatta mahallenin dışına bile gidebilirdi saklanmak için. Ebe olduysan vay hâline; gel de bul o saklananları… Bazı geceler yedi-sekiz çocuk olurdu oyunda. Bir gece birkaç çocuk saklanmak için ta şehir merkezine gitmiş, öyle olunca oyunumuz çok uzun sürmüş, annelerimiz çıkıp sokaklarda bizi aramıştı. Hem zılgıt, hem de şamar yemiştik o gece.

Evden uzağa gidip azar işitmekten söz edince, çocukluğumun en berbat ve aynı zamanda tatlı gecelerinden biri geliyor aklıma. Bazı yazlar, aile dostumuz Gule Teyze’nin torunları Tro ve Nigol gelirdi Beyrut’tan. Onlar ve ağabeyleri Gigo ve Mıgo’yla birlikte çok vakit geçirirdim. Bir gün Gigo, şehre korsanlarla ilgili çok güzel bir film geldiğini söyledi. Durmadan ‘Brando’ diye birinden söz ediyordu. Hepimiz çok heyecanlandık ve tabii, filmi izlemeye gittik. Kimse ailesine haber verme ihtiyacı duymamıştı, çünkü gece saat 10’dan önce dönmüş olacaktık. Film müthişti, Marlon Brando adındaki adam da öyle. Tahiti’de mahsur kalmış bir geminin kaptanı yerli bir kıza delicesine âşık oluyor ve geminin demir almaması için çabalıyor. Her şey mükemmeldi. Sadece, film epey bir geç başlamış ve üç saat sürmüş, vakit geceyarısını geçmişti. Sinemadan çeşitli sahneler üzerine heyecanla konuşarak çıkmış, yürüyerek eve dönerken filmi ve Brando’yu öve öve bitirememiştik. Sokaklarda in cin top oynuyordu. Arkadaşlarımın ninesinin evine, yani bizim evin bir blok ötesine yaklaştığımızda ise durum değişti; gördüğümüz manzaraya inanamadık. Annelerimiz, ninelerimiz uzun gecelikleriyle sokağa çıkmış, yüzlerinde öfke ve endişeyle bekliyorlardı. Yalnızca onlar değil, komşu kadınlar da sokaktaydı. Vakit ilerlediği hâlde beşimiz de ortalıkta görünmeyince ailelerimiz paniğe kapılmış, mahallenin her köşesinde bizi aramış, sorup soruşturmuşlar; nihayet, bizi Şehrazad Sineması’na girerken gören biri çıkmış. Tabii, bir sürü açıklama yapmak zorunda kaldık ve bir araba azar işittik. Dama çıkıp, yazları ailecek uyuduğumuz yatağa girene kadar kesilmedi azarlar.

O geceden aklımda kalan son şey, gökyüzündeki yıldızlar ve ben uykuya dalarken esen hafif rüzgârdır.

                                                                                                                                    İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında