Slavoj Zizek: Felsefecinin Rolü

Santiago Zabala, kabul edilebilir felsefi, dini ve siyasi söylemlerin zeminini teşkil eden ideolojik yapıları ‘’aşındıran’’ Slavoj Zizek’i yazdı: “Beğenelim ya da beğenmeyelim, Observer’ın işaret ettiği gibi, ‘80’lerde Derrida ne idiyse, bugün de Zizek o’.” Halit Yerlikhan çevirdi.

Santiago Zabala

Çağdaşımız olan çok sayıda önemli ve faal felsefeci bulunuyor: Birleşik Devletler’den Judith Butler, İngiltere’den Simon Critchley, İspanya’dan Victoria Camps, Fransa’dan Jean-Luc Nancy, Belçika’dan Chantal Mouffe, İtalya’dan Gianni Vattimo, Almanya’dan Peter Sloterdijk ve Slovenya’dan Slavoj Zizek gibi. Brezilya’da, Avustralya’da ve Çin’de yaşayan daha başka mühim düşünürler de var.

Hiçbiri bir diğerinden daha iyi değil. Hepsi farklı felsefi geleneklerden geliyor, farklı yazım tarzlarına sahip ve ele ala aldıkları konulara dönük yorumları farklılaşmakta.

Bu düşünürlerin her biri felsefeciler camiası için referans noktası olsalar da, ancak çok küçük bir kısmı disiplinlerinin sınırlarını aşıp, Hannah Arendt, Jean-Paul Sartre ve Michel Foucault gibi, günün siyasi ve kültürel sorunlarına aktif bir biçimde müdahil olan bir kamusal aydın niteliği kazanabilmiş durumda.

Kamusal aydın vasfına mazhar olabilmiş entelektüeller, felsefeye yaptıkları özgün katkılar yahut dönemlerinin istisnai siyasi olayları hasebiyle değil, söz konusu siyasi olayların bu entelektüellerin fikirlerini çağırması, kendisine çekmesi dolayısıyla bu vasfa nail olabilmişlerdir. Peki bir aydın, çağının sorunlarına üretken bir biçimde nasıl müdahil olabilir?

Bu soruya yanıt olarak Edward Said, entelektüelin bir ‘yabancı olmayı, sürgün hayatı yaşamayı, toplumun sınırlarında konumlanmayı seçmesi’ gerektiğini, ancak bu şekilde akademik, dini ve siyasi kurumların sınırlayıcılığından azade olabileceği, aksi takdirde onun, gelişmelerin, olan bitenin kaçınılmazlığına boyun eğmek durumunda kalacağını ifade etmiştir.

Kendini Eleştiriye Açık Tutan Bir Düşünür

Eğer Zizek, Said’in entelektüel tanımına mükemmelen uyuyursa bu,  işsiz, sürgünde olduğu yahut toplumun sınırlarında yaşadığı için değil; işsizmiş, sürgündeymiş, toplumun sınırlarında yaşıyormuş gibi yazdığı içindir. Zizek’in teorik çalışmaları, aldığı siyasi pozisyonlar ve kamusallığı sadece yerleşik akademik tarzı değil, idealize edilmiş, anlaşılmadığı halde hürmet edilen felsefeci yahut aydın imgesini de yıkıyor.

Bunun çok iyi bir örneği, Zizek’in yatağa yarı çıplak uzanmış haldeyken felsefenin ‘alçakgönüllü bir disiplin olduğu, bilimin sorduğundan farklı sorular sorduğunu’ ifade ettiği belgesel sahnesidir. ‘Örneğin bir felsefecinin özgürlük sorununa yaklaşımı nasıldır? Sorun özgür olup olmadığımız değildir; felsefeci hermeneutik sorular dediğimiz daha basit sorularla ilgilenir, özgürlüğün ne anlama geldiği gibi. Felsefeci hakikatin var olup, olmadığı sorusunu sormaz. Hayır, felsefeci, ‘filanca doğrudur’ dendiğinde ne kastedildiği sorusunu sorar’.

Bir düşünürün felsefenin tanımını bu denli sarih bir biçimde yapmasına şaşırıyor olmamız, sahnenin çekildiği ortamın rahatlığından ileri gelmiyor; daha ziyade, zarif düşünürlerin üniversitelerindeki ofislerinde ürettikleri karmaşık tanımların ardına saklanmalarına alışık olmamızdan kaynaklanıyor. Zizek, dürüst olmayı seçiyor ve felsefi ve siyasi duruşunu oldukça net, ikircimsiz bir biçimde ifade etmek suretiyle kendisini eleştiriye açıyor.

Zizek’in Martin Heidegger’in ‘temel ontolojisi’ni, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezini ve Naomi Klein’ın ‘şok doktrini’ni harmanlayıp, özgün bir bakış açısı yaratmaktaki becerisine pek az düşünürde rastlıyoruz.

Pek çokları onu John Dewey, Herbert Marcuse ya da Jurgen Habermas gibi düşünürlerden daha ünlü yapan şeyin küreselleşme olgusu olduğuna inansa da Zizek’in ünü, günümüzün neoliberal demokratik kesinliğini aşındırma kabiliyetinde temelleniyor.

Düşünürün söz konusu kabiliyetine, her daim çok sayıda insanı cezbeden derslerinden birini izlerken tanık olmak mümkün:  Hegel’in diyalektik materyalizmi, Lacan’ın psikanalizi ve David Lynch’in filmleri dâhil çok sayıda materyale atıfta bulunmak suretiyle gerçeklik algımızı bileşenlerine ayırarak, diyalektik metodu tatbik ederken tanık olabileceğimiz kabiliyetine.

Örneğin, hakikatin düşünce ve eylemlerimizin yanılmaz düzelticisi olma işlevi ifa eden kalıcı bir içeriğe sahip olduğunu öne süren realistlere karşı Sloven filozof, bu hakikate erişimin ancak düşünce dışı olan, yani sembolizasyon vasıtasıyla erişilebileceğini, nesneyle bizim nesneye ilişkin bilgi edinme çabalarımız arasındaki paralaks boşluğuna işaret eder. Gerçekliğin statüsü ‘saf biçimde paralaktik ve tözden yoksundur: Gerçeklik, iki bakış açısı arasındaki boşluktadır ve ancak bu bakış açılarının birinden diğerine hareket etmek suretiyle algılanabilir’.

Zizek’in felsefesinin amacı, hermeneutik düşünceninkine benzer biçimde, yalnızca gerçekliğe ilişkin algılarımızın değil, gerçekliğin de diyalektik bir mahiyete sahip olduğunu göstermektir: Her bir ‘’’gerçeklik alanı’, yahut ‘dünya’, bakışımızı önceleyen görünmez bir çerçeve dolayımıyla temaşa edilebilir ancak’’. Bu diyalektik bakış Sloven düşünürün ideolojik tersine çevirmeler yoluyla değişim fikrinin temelidir; Zizek, kapitalizmin aşılabilmesi için öncelikle ‘’sistemin ona olan katılımımızı sağlayarak, kendisini yeniden üretmesine vesile olan tüm direniş biçimlerinin’’ terk edilmesi gerektiğini ifade eder.

Arap Baharı, Wall Street’i İşgal Et eylemi ve Yunanistan’daki protestolar gibi siyasi olaylar, ‘geçmişten geleceğe zamansal bir süreklilik içerisinde’ değil, ‘şimdinin bağrında gizil bir potansiyel olarak var olan ütopik bir geleceğin fragmanları’ olarak değerlendirilmelidir. Söz konusu gelecek, Zizek’e göre komünist bir gelecektir.

Çağımızın Düşünürü Zizek

Her ne kadar pek çok Avrupa ve Amerikan üniversitesinde ders veren bir profesör, 70’ten fazla kitabın yazarı, başarılı bir kitap dizisi editörü, keskin bir kültür eleştirmeni ve yürekli bir siyasi aktivist olsa da Zizek, sıklıkla ‘boş, temelsiz bir vizyonu biteviye tekrarlamak’la ve ‘okuyor olduğundan, olabileceğinden daha çok kitap yazmakla’ itham edilmekte.

Öngörülebilir bir biçimde bu eleştirilerin büyük bir kısmı teorik çalışmalarından çok, siyasi görüşlerine, komünizme olan bağlılığına yönelik. 1989 yılı yalnızca SSCB’nin çöktüğü değil, aynı zamanda Zizek’in İngilizcedeki ilk çevirisinin de yayımlandığı yıl oldu; diğer bir deyişle, tam da komünizmin çöktüğü tarihte, Zizek (ve başka pek çok filozof) onu sahiplenmeye, olumlamaya başladı.

Zizek şimdiye dek uluslararası bir ödül alabilmiş değil. Lakin bu, ciddi veya orijinal bir düşünür olmayışına değil, bu tür ödüllerin yerleşik ve hâkim ideolojinin takipçilerine veriliyor oluşuna yorulmalı.

Beğenelim ya da beğenmeyelim, Observer’ın işaret ettiği gibi, ‘80’lerde Derrida ne idiyse, bugün de Zizek o’. Derrida’nın entelektüel çalışmaları dile özgü referans sistemlerini yapıbozuma uğratmayı amaçlamaktaydı. Zizek ise kabul edilebilir felsefi, dini ve siyasi söylemlerin zeminini teşkil eden ideolojik yapıları ‘’aşındırıyor’’.

Düşünürün Schelling idealizminden, Jacques Lacan’ın psikanalizine ve John Miliband’ın teolojisine uzanan kapsamlı düşünüşünün bütün meyvelerine değinmek mümkün olmasa da, son iki kitabında (Less Than Nothing ve Mapping Ideology) detaylıca ele aldığı felsefecinin rolünü nasıl dönüştürdüğünü daha iyi anlamak için siyasi aşındırmalarına değinmek gerekecek, ki bu konuyu sonraki bir yazımda ele almayı planlıyorum. Zizek’e göre entelektüel, bağımsız faaliyetiyle ‘‘devrime alan açmalıdır’’; zira bir devrimci hareket ideolojik olmakla suçlandığında, ‘‘emin olunmalıdır ki suçlamanın kendisi daha az ideolojik değildir’’.

İngilizceden çeviren Halit Yerlikhan. Yazının orijinali için tıklayın. 

Santiago Zabala, Barcelona Üniversitesi’nde Felsefe ICREA Profesörü. Hepsi Columbia University Press’ten yayınlanmış kitapları: The Hermeneutic Nature of Analytic Philosophy (2008), The Remains of Being (2009) ve Hermeneutic Communism (2011, G. Vattimo ile birlikte).

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Slavoj Zizek Felsefe