Haset husumeti doğurur, o da rezaleti

Arter sanat galerisinde, yılın ilk sergisi ‘Haset, Husumet, Rezalet’ 24 Ocak’ta açıldı. On iki sanatçının yeni üretimlerinin yer aldığı ve küratörlüğünü Emre Baykal’ın yaptığı serginin ilk göze çarpan yanı, şüphesiz, başlığı.

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

Baykal’a göre, ‘haset’, ‘husumet’ ve ‘rezalet’ kavramları bugünü çok iyi özetliyor. Bu tür kavramlarla ve duygularla kuşatıldığımızı düşünen Baykal, yine de, durumun gözüktüğü kadar çaresiz olmadığı fikrinde. “Eskiden hiç tartışamadığımız, konuşamadığımız konular konuşulmaya başladı. Bir temizlik hali yaşıyoruz. Rahatlamaya doğru giden, umut verici adımlar da atılıyor” diyen Baykal’ın bu hissiyatı sergiye de yansıyor.

Sergideki çalışmaların çıkış noktası bu üç kavram olsa da, genel havası olumlu. Bunun nedeni, sanatçı Hera Büyüktaşçıyan’ın söylediği gibi, serginin, bu üç kavramın kendisinden çok, yarattığı sonuçlar ve bireyler üzerindeki etkileri üzerine odaklanmış olması.

Baykal, haset ile kıskançlığı birbirinden ayırmak gerektiğini vurgularken, bu kavramlarla çevrili oluşumuzun sebebini de ortaya çıkarıyor: “Kıskançlık, size ait olan bir şeyi başkasına kaptırmaktan doğan bir duygu. Haset ise, bir başkasına ait olanı ele geçirmek için duyulan arzu. İkisinde de arzu nesnesi var, ama biri size ait olana karşı, diğeri ötekine.” Dolayısıyla, ötekileştirmenin olduğu yerde hasedin doğması doğal. “Haset kontrol altına alınmadığında husumet doğurur, bunun sonucu da rezalettir” diyen Baykal, bu nedenle, bu üç kavramı tek bir başlık altında topluyor.

Emre Baykal’ı, sergideki çalışmalarla ilgili en çok heyecanlandıran şey, bu işlerin içinde, dost/düşman imgesini, ikisinin birbirine dönüşmesini, iç içe olmasını görebilmek olmuş. Serginin, izleyenlerde bir iyimserlik hissi yaratması, Baykal’ın sözünü ettiği dost/düşman ayrılığının bulanık olmasından kaynaklanıyor belki de. Ötekileştirmenin, taraf tutmanın, düşman edinmenin içi boşaltılıyor, ve onların yerini umut alıyor.

7 Nisan’a kadar açık kalacak olan sergide Selim Birsel, Hera Büyüktaşçıyan, CANAN, Asıl Çavuşoğlu, Merve Ertufan & Johanna Adebäck, Nilbar Güreş, Berat Işık, Şener Özmen, Yusuf Sevinçli, Erdem Taşdelen, Hale Tenger ve Mahir Yavuz’un çalışmaları yer alıyor.

Geçmişle yüzleşmek

Hale Tenger’in sergideki çalışması, çoğu basın ve vakıf arşivlerinden alınmış, devlet şiddetini, faili meçhul cinayetleri, protestoları, sokak çatışmalarını ortaya koyan 731 fotoğrafın bir araya getirilmesiyle oluşmuş. Türkiye’nin son 50 yılına ışık tutan fotoğrafları röntgen filmlerine basıp, bu filmlere bakmak için kullanılan negatoskopların üzerine yerleştiren Tenger, bugünden 1950’lere uzanan bir labirent oluşturmuş. Tenger labirenti bir huni olarak görebileceğimizi söylüyor: “Labirente girdiğinizde onlarca Uludere, Hrant Dink fotoğrafı görebiliyorsunuz; labirentin sonlarına doğru ise, nasıl huninin ağzı daralırsa, o döneme ait olayların fotoğrafları da seyrekleşiyor. Hafıza da huni gibidir; geriye gittikçe, anılar netliğini yitirir.”

Fotoğrafların röntgen filmlerine basılmış olmasının da anlamlı bir nedeni var. “Röntgen, teşhis amacıyla kullanılır. Tedaviye başlamadan önce, röntgende gözükenlere bakmanız gerekir” diyor Tenger.

Hale Tenger bu çalışmasıyla bir yüzleşme yaratmak istemiş. Fotoğrafların sertliğinden dolayı labirentte ilerlemek zor, ancak Tenger, travmasız yüzleşme olamayacağı görüşünde: “İster kişisel, ister toplumsal sorunlarımızla ilgili olsun, sarsılmadan hiçbir şeyle yüzleşilmiyor.”

Hale Tenger, ‘Böyle Tanıdıklarım Var III’ (2013)

‘Ben bir aracıyım’

Hera Büyüktaşçıyan sergiye dört yapıtıyla katılmış. ‘Kayıp Guguk Kuşu’, adlı çalışmasında, anneannesinin mendillerini uç uca bağlayıp, ortada görünmeyen guguk kuşu için bir kaçış planı hazırlıyor. “Yaşanan her tür olumsuzluk sonrasında ait olduğu yeri terk eden, terk etmeye zorlanan veya terk etmek isteyen birçok bireyi işaret ediyor bu çalışma” diyen Hera’ya göre, burada önemli olan ayrıntı, guguklu saatin kapısının kapalı olması ve gerçekten bulunduğu, ait olduğu yeri terk edip etmediğini bilemiyor olmamız. Mendillerin, gitme ya da terk etme eylemine işaret etseler de, ‘gitmemeyi seçme’ kararına da işaret edebileceklerini söylüyor Hera.

Sanatçı, ‘Ada’ adlı enstalasyonunda, konuşulamayanı, tabulaşanı anlatıyor. Ada formunda, kabarmış bir halının üzerinde zar zor dengede duran sandalye, geçmişin hasıraltı edilmesinin günümüzdeki etkisine işaret ediyor.

‘Terk-i Dünya’ ise, Büyüktaşçıyan’ın dedesi Theodoros Adamandidis’in 1968-69 yıllarında Heybeliada’da çektiği 8 milimetrelik filmlerin dijitale aktarılmış hallerinden oluşuyor. 51 dakikalık filmde doğum günleri, aile yemekleri gibi buluşmalar var.

Filmin, çekildiği yılların sosyopolitik ikliminin aile ve toplum üzerinde yarattığı ‘içe kapanma’ etkisinin yanı sıra, ‘birlik’, ‘dost olma’, ‘düşmanlık’, ‘husumet’ gibi kavramları sorgulatabilecek nitelikte olduğunu düşünen Hera, filmin adının kaynağını şöyle anlatıyor: “Filmde görülen birçok kişinin (İtalyan komşular, Rum akrabalar ve dedem Theodoros) 1969 sonrasında ekonomik ve politik şartlar nedeniyle burayı terk etmesinden dolayı, filmin adını (Heybeliada’nın arka tarafında bulunan, içinde bir manastırın da bulunduğu bölgenin de adı olan) ‘Terk-i Dünya’ koymayı uygun gördüm. Bu filmde ben daha çok bir aracı konumundayım; başka birinin gözlerinden yansıyan ‘geçmiş’i ‘şimdi’ye taşımaya aracılık etmiş oluyorum.”

‘Yalvarırım bana aşktan söz etme’

CANAN’ın ‘Yalvarırım bana aşktan söz etme’ adlı yerleştirmesi, 70’li yıllarda Türkiye’deki porno filmlerine ait afişlerle dolu bir odadan, ve odanın ortasına yerleştirilmiş beyaz bir bornozdan oluşuyor. Bornozun arkasında, dönemin ünlü oyuncularından, 1992’de intihar eden Seher Şeniz’in bıraktığı mektubundan bir alıntı var.

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi