Beyaz Türkler, Siyah Türkler

Ünlü ekonomi ve siyaset hocaları Daron Acemoğlu ve James Robinson, Türkiye’nin bugününü yazıyor. Meşhur “Beyaz Türk“ benzetmesinden yola çıkarak Siyah-Beyaz Türk ikilemi üzerinden Türkiye’yi anlatan yazıyı Halit Yerlikhan çevirdi.

Daron Acemoğlu ve James Robinson

Osmanlı kurumlarıyla, erken dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumları arasında kuvvetli bir süreklilik olduğu doğruysa, Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki kurumları ile bugünkü kurumları arasında bir süreklilik bulunuyor olması kimseyi şaşırtmamalı

Tek-parti yönetimini geride bıraktıktan sonra Türkiye, pek çok adilane ve rekabetçi demokratik seçim yaşadı. Fakat bunlar, Cumhuriyetin erken döneminden devralınan üç toplumsal sürecin gölgesi altında gerçekleşti: Kuvvetli bir ordu, hükümet karşısında pek az bağımsızlığı olan zayıf devlet kurumları ve toplumdaki derin yarılmalar.

Bu yarılmaların bilhassa Türkiye’nin yakın tarihini şekillendiren veçhelerinden biri, Başbakan Erdoğan’ın şu özlü tespitinde ifadesini buldu: ‘’Bu ülkede bir Beyaz Türkler, bir de siyah Türkler var. Kardeşiniz Tayyip, siyah Türklerdendir’’.

Türkiye’deki beyaz Türkler iyi eğitimli, statü sahibi, Atatürk’ün (bazı) fikirlerini kendilerine rehber edinmiş Kemalist seçkinlerdir. Beyaz Türkler, ağırlıklı olarak devlet bürokrasisi ve ordu içerisinde kümelenmiştir. Siyah Türklerse, beyaz Türklerin gözünde eğitimsiz, alt sınıflardan, ya halen köylü ya da köylü geçmişlerinden sıyrılamamış olan insanlardır.

Her ne kadar Türk siyasi lûgatına son dönemde girmiş olsa da, Tayyip Erdoğan’ın siyah ve beyaz Türkler terminolojisiyle neyi kastettiğini anlamak için, ayan beyan açıklık kazanmış 19.yy Osmanlı toplumundaki yarılmalara ve fay hatlarına değinmemiz gerekiyor.

İslam dini, büyük ölçüde sınırlı bir eğitime sahip, tarımla iştigal eden insanlardan mürekkep Osmanlı toplumunda merkezi bir yere sahipti. Why Nations Fail’de izah ettiğimiz üzere merkezi devlet, toplumu denetim altında tutmak için ihtiyaç duyduğu bilgi akışını kontrol etme işinde zorlanıyordu. Yüzyıllar boyu din kontrol altında tutulabilmiş olsa da, dini pratik ve düşüncenin, ulemanın kendine özgü dinamikleri bulunmaktaydı. İmparatorluk sınırları dâhilindeki gayrimüslim tebaanın başkaldırdığı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bağımsızlıklarını ettikleri 19’uncu yüzyıl boyunca bu dinamikler, daha da kuvvetlendi.

Bir önceki yazımızda sözünü ettiğimiz, İttihat ve Terakki Komitesi rejimine karşı tertiplenen 1909 ‘karşı-devrimi’, her ne kadar kuvvetle muhtemel ki Abdülhamit tarafından harekete geçirilip, finanse edilmiş olsa da, ulemanın alt katmanlarının duydukları rahatsızlıkta kökleniyordu (İlginçtir, devlet kurumları ve dahi ulemanın en üst katmanı dâhil dini-yasal kurumlar, İttihat ve Terakki rejiminden rahatsız görünmüyordu). Rejimle sorunu olan ulemanın alt katmanları, insanların yaşam tarzlarının, dinlerinin ve kurulu düzenin tehdit altında olduğu muhafazakârca algısından istifade etmesini bildi.

Atatürk CHP’sinin lider kadrosu, dindar-muhafazakâr kitleleri mobilize etmeye dönük akamete uğramış girişimlerden sonra, köylü çoğunluğun geniş bir kitlesini ve dini siyasi emellerine karşı tehdit olarak görmeye başladı. Kuruluş yılları CHP’sinin pek çok reformu, kuşkusuz dini bastırmaya, çoğunluğu sessizleştirmeye ve Türklere yeni bir dil, tarih algısı ve kültür dayatmaya yönelikti.

CHP’nin askeri-siyasi gücü ve hâkimiyetiyle, gerektiğinde zor kullanmaktan çekinmeyişi, Kemalist projenin İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar başarıyla tatbik edilmesini sağladı. Yine de sistemdeki çatlaklar belirginleşmeye başlamıştı. 1946 yılında, bir grup eski CHP üyesi tarafından Demokrat Parti kuruldu. Her ne kadar CHP liderliği bu nevzuhur partiyi kontrol altında tutabileceğine inanmış olsa da, bu mümkün olmadı. 1950 yılında Demokrat Parti, düzenlenen seçimde muazzam bir zafer kazanarak, iktidarı devraldı. Demokrat Parti’nin temsilci ve destekçileri, çoğu askeri ve bürokratik bir geçmişi haiz CHP temsilcilerinin ekseriyetinden farklı olarak, daha çok köylü, tacir ve esnaflardan oluşuyordu. Bu süreç, ileride siyah Türkler olarak bilinecek kesimin siyasi hükümranlığının başlangıcıydı.

Demokrat Parti iktidarının iktisadi sonuçlarını başka bir yazımızda tartışacağız. Konumuz gereği bu yazıda Demokrat Parti döneminin sona erişini ele almakla yetineceğiz. 27 Mayıs 1960 yılında, Türkiye’deki ilk askeri darbe gerçekleşti. Böylelikle ülkedeki ilk demokrasi deneyimi sona ermiş oldu. Askeri irade, başbakan Adnan Menderes dâhil, Demokrat Parti’nin üç liderini ipe gönderdi.

Menderes hükümeti, iktidarının son döneminde bariz biçimde siyasi baskı, yıldırma ve medyaya dönük ağır sansür gibi otoriter metotlara yöneldi. Ancak darbenin nedenleri arasında Demokrat Parti’nin siyasal alandan dışlanmış nüfusun geniş kesimlerini mobilize etmekteki kabiliyeti ve dini siyasi emelleri için kullanmaktaki başarısına işaret etmek de mümkün. Şaşırtıcı biçimde, kökleri bürokrasi ve askeriye içerisinde olan ve dolayısıyla kendisini CHP’ye yakın gören Türkiye solu, Türk tarihinin seçimle iktidara gelen ilk hükümetine kasteden bu askeri darbeyi destekledi. Solun ülkenin geleneksel elitleriyle olan bu ilişkisi, tıpkı Latin Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de sağ ve sol ayrımını işlevsiz kılmaktaydı.

Sonraki on yıllarda su yüzüne çıkan, hatta kaynama noktasına varan Türk toplumu içerisindeki gerilimler (bunları bir sonraki yazımızda ele alacağız), sadece CHP ile DP elitleri ve seçmenleri arasındaki ayrışmanın tekerrür edişi olarak yorumlanmamalı. Ancak bu vesileyle, seçimlerin Türk siyasi hayatının kapsayıcı bir mahiyet kazanmasına yetmeyeceğinin ispat olunduğu söylenmelidir. Demokrat Parti’ye seçim kaybetmeyi hazmedemeyen CHP elitleri, seçimlerin hemen ardından DP hükümetinin altını oyma çalışmalarına başladı. Demokrat Parti elitleri de, bunun karşılığında siyasi güçlerini ve devlet aygıtı üstündeki hâkimiyetlerini CHP’ye karşı kullanmakta bir mahzur görmedi (Hatta tıpkı Kemalist elitlerin muarızlarına daha önce yaptıkları ve sonra da yapacakları gibi CHP’yi kapatmayı bile denediler). Bu siyasi örüntü, bağımsız bir devlet bürokrasisinin ve kurumlarının mevcut olmayışı hasebiyle, sonraki 50 yıl boyunca kendisini tekrar etti.

Gerçekten de AKP ile Demokrat Parti arasındaki paralellikleri görmezlikten gelmek zordur. Bu yüzden mücadele hatlarının benzer olması veya CHP’li Kemalist güçlerle, askeri elitlerin Demokrat Parti’nin ‘dini popülizmine’ karşı gösterdiği tepkiden doğan çatışmanın, bir yanda yeni Kemalistler, diğer yanda ise AKP ve siyah Türkler arasındaki gerilimle bir kez daha su yüzüne çıkmış olması şaşırtıcı olmamalı.

Darbe döneminde ordu, giderek kendini Kemalist ideolojinin muhafızı olarak tanımlamaya başladı. Bu dönemde dini inançları kuvvetli veya Kemalist ideolojiye dönük hamiyeti zayıf olan memurlar temizlendi.

2000li yıllara gelindiğinde, belki de öngörülebilir bir biçimde, Kemalist elitlerle 50’li yılların Demokrat Partisi arasında bulunan güven yoksunluğu ve hasımlık, Kemalist düzen ve bilhassa ordu tarafından AKP’ye karşı düşmanca bir tavır takınılmasıyla beraber kaygı uyandırıcı bir düzeye ulaştı (AKP lideri Tayyip Erdoğan, 2002 seçimlerine katılmaktan men edildi ve kitleleri dini duygularla kin ve düşmanlığa sevk etme cezası nihayete erdikten sonra meclise ve hükümete girebildi).

Ordu, Nisan 2007’de, AKP’nin cumhurbaşkanlığının kontrolünü elde etmesi akabinde, web sitesine koyduğu bir memorandumla AKP’yi darbeyle tehdit etti (Ordu, 1960-2002 yılları arasında, her ne kadar kendisini ondan uzaklaştırmış ve pek çok konuda daha liberal bir tutum takınmakta olsa da, AKP’nin selefi olarak görülebilecek Refah Partisi’ne dönük 97 yılındaki müdahale de dâhil, üç kez daha siyasal alana müdahale etti). Aynı ordu, başından beri AKP’yi harekete geçmek, müdahale etmekle tehdit ediyordu. Daha da kötüsü Anayasa Mahkemesi’nde, anayasayı ihlal eden din temelli siyasal yönelimi (‘planları’?) nedeniyle AKP’ye kapatma davası açıldı. Duygusal açıdan Kemalistler üzerinde bilhassa tesir yaratan, yeni cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşinin, kamusal alanda kullanımı yasaklanmış olan başörtüsü takıyor olmasıydı (hatta cumhurbaşkanının eşi, başörtüsü taktığı için bir kamu hastanesine alınmamış, hastanenin kapısından geri çevrilmişti).

Ancak 2007’de durum, 1960 yılındakinden farklıydı. AKP çoktan modern Türk toplumu içerisinde derin toplumsal ağlar inşa etmiş, bürokrasinin kontrolünü önemli ölçüde ele geçirmiş, polisi artan ölçüde silahlandırmıştı ve ordunun toplum içerisindeki imajı, her zamankinden daha zayıftı. Bu kez Kemalistler ve beyaz Türkler kaybedecekti.

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Türk Solu DP