Cam, ayna, encâm

İsmail Keskin bu haftaki hikâyesinde, iktidar sirkine dönüşmüş ailede anne-baba, ekmek getiren ömür bitiren çemberini sorguluyor.

İsmail Keskin
ismail.keskin@gmail.com

Gece gelecek.

Trene beş saat var.

Şimdi?

Gidecek, gidilecek bir yer… yok.

“Tren gelecek. Biletim… var. İndiğim yer… Karşılayacak… yok.”

Gece gelen tren… bekleyen… Celal.

Celal her şeyden bunaldı. Çevresi artık bir sıkıntı. Tasvir et, derdini anlat dinleyeyim…Bunlara bile mecali yok.

Pendik tren istasyonu. Tren istasyonu dediğinin küçük de olsa bir bahçesi olur. Burada yok. Garın duvarında kendini yeşil zanneden plastik boya bile tam yeşil değil. Tersinden yeşil. Tren istasyonunun küçük de olsa bir büfesi olur, buranın da var. Büfe hep açık. Sonsuz bir oburlukla açık. Gözü trenlerde, inecek ve bineceklerin ceplerinde. Celal’in cebinden bu büfeye taşınacak para bozuk. Acı kahvenin renksiz suya verdiği huzursuzlukla takas edilecek.

-Acı kahve.

-Kahvemiz taze abi.

-…

-Buyur abi. Başka bir şey?

-Yok.

Beş saatin otuz dakikası. Bu kadarı hızlı geçti ama kalanı aynı niyette değil. Celal yaklaşık bir saat boyunca istasyonun bir o boyuna gitti bir bu boyuna yürüdü. Arada raylardan karşıya geçerek öteki yakanın da ifadesini aldı.

Bilet…Biletin üzerindeki yazılar ezberlenerek bir on beş dakika daha yitirilmek suretiyle kazanılabilir. Tren: Güney Ekspres Gidilecek yer: Kırşehir. Bilet tipi:Tam. Mevki: 1. Pulman Vagon no: 4 koltuk: D4

Son yaz havası kararıp akşama çevirdi. İstasyon ışıkları yandı. Parlak beyaz. Celal bunu kemik rengi görür. Saat sekiz. Bir saat geçmiş. Gece gelecek trene dört saat var. Celal ayakta durmaktan sıkıldı. Bekleme salonu karşıda. Yapılacak bir şey…yok.

Celal bekleme salonunu önce uzaktan gözetledi. Giren çıkan… Sonra yakınına gidip sandalyelerine baktı. Daha sonra içeriye girip biraz da içeride o yana bu yana dolandı, en sonunda hareket ettikçe gıcırdayan sandalyelerden birine oturdu.

Bir ara uyumaya çalıştı. Sonra uyuyamayışına sinir olup acı kahvenin de verdiği huzursuzlukla sandalyeyle gıcırdayarak sallanma oyununa başladı. Bekleme salonunun iki taraftan da kapısı vardı.

İçeride

Bekleme salonundan içeri girenler: Bir adam, yanında ezildikçe ezilmiş bir kadın, biri şişko diğeri zayıf iki çocuk, gürbüz olan oğlan, kız zayıf. Kadının sırtında çuval adamın elinde tespih ama dinden imandan değil sadece sallamalık.

Adam ayakta bir o yana bir bu yana gittikçe, kadın oturduğu yerde içine sindikçe sinmeye devam ediyor. Çocuklar: Bildiğin çocuk. Gideceği yeri şimdikinden daha iyi zanneden cinsinden.

Adamın yüzünde bir parçacık olsun meymenet nâmevcut. Kadın “simit alıver gari çocuklara” diyor, adamın salladığı yok. On dakika geçiyor, “sen de isten mi karı” deyip cevabı beklemeden bekleme salonundan çıkıyor.Elinde poşette dört simit, bir tek kendine çay almış. Simitleri çocuklara uzatırken ufak da olsa bir gülümseme, tombul oğlanın kafasına okşamayla karışık bir şaplak, karısına gelince gâvurun eşeğine baktığı gibi...Nereden geldiği belli olmayan bir nefret, bir tiksinme…

                                 *               *                *

Celal bir ara az biraz dalıvermiş. Kalktığında adam ,kadın, iki çocuk yok. Gitmişler. Yeni bir tren gelmiş herhalde, ortalık kalabalık. Gidenlerin yerini dolduranlar var. Hem de aynı sandalyelerde oturuyorlar. Bu seferki kadın bir öncekinin tam tersi. Adam bir gık dese çiğnemeden yutuverecek.

 Kadın “Git yolluk bir şeyler al” diye emredince adam fırlıyor. Kadın pek bir sıkıntılı öflüyor püflüyor. Celal biraz kulak kabartıyor kadının söylenmesine: “Allah’ın cezası lanet herif cebinde akrep var. Uçak parası vermemek için uçaktan korkuyorum diyor. Otobüs trenden üç kuruş pahalı ona da şöförlere güvenmiyorum deyip yanaşmıyor. Babam neden ayrı ayrı geldiniz diye sormayacak olsa, bırakırım şapşalı köpek eniği gibi arkamdan trenle gelsin ama babam işte. Bu herifi de o sardı başıma…”

Saat: Beş saatin yarısı geçmiş. Adam geldi. Kadın onu azarlaya azarlaya önüne kattı trene götürüyor. Adamın aldığı bisküvinin markasını beğenmemiş “yine mi ucuzunu aldın!” Kapıdan çıktılar…

Celal tekrar uykuya dalıyor. Babası yanında, annesi işe gitmiş. Celal ilkokula gidecek, önlüğünü babası giydiriyor.Beslenme çantası…

Baba sapsarı bir adam. Kanı çekilmiş gibi. Gözlerinin altı şişmiş. Anneden gizli içiyor da galiba. Hiç arkadaşı akrabası yok. Bir tek okudukça okuyor.. Anne evde değilse de uzun uzadıya anlatıyor Celal’e. Anne eve para getirmenin raconunu çabuk kaptığından işsiz kalan baba yanında lafı azcık uzatsa azarlar gibi bir göz kaş işareti, baba sustu.

Celal uyuyor.

Baba…Baba ölmüş, gömüyorlar, anne ağlıyor. Celal de ağlıyor. Celal’in uykusu biraz daha derinleşiyor. Artık rüya yok. Sadece uyku…

*                    *                 *

Celal sıkıntılı. Bu son krizle çalıştığı yer top attı, herkes gibi o da işsiz. Kıdemi, maaşı iyi olduğundan tazminatı da iyi, annesi de varlıklı zaten. Ama dert geçim derdi değil. Celal korkuyor…

Celal uyandı. Güney Ekspresine yarım saat kalmış. Celal Kırşehir’e annesini küçük teyzesinden almaya gidecek. Anne iyice yaşlandı ama otoriter kadın. Genç kızlığından beri trenden başka bir şeye binmemiş. O kimseye uymaz. Herkes ona uysun istiyor.

Trenin eli kulağında. İşte geldi. Gece iyice ilerlemiş, yine de kalabalık. Hep yolda inecekler. Celal “bu tren Kırşehir’e kadar boşalır” diye düşünüyor. Haklı da. 

                                *                         *                      *

Tren pulmanlı. Celal vagonun ortalarında. Cam kenarı da değil. Yanında oturan amca çoktan horlamaya başlamış. Celal adamı uyandırıp yerine oturdu ama içi rahat değil.Her tren yolculuğunda yaptığı gibi yine oturmaktan sıkılıp önce vagonlar arasında dolaşmaya çıktı, sonrasında da yemekli vagona geçti.

Oturdu, içecek bir şey istemedi, sadece meze... Uykular, rüyalar iyice keyfini kaçırmıştı.Aynı huzursuzlukla önündeki mezelere çatalla işkence etmeye başladı. Sonra pencereden dışarıya bakmaya çalıştı ama o da işlemiyordu. Dışarısı karanlık, yemekli vagon florasan beyazıydı. Bu yüzden pencere aynaya dönüşüverince Celal dışarısını göremedi ama o gün için ilk kez kendisiyle karşı karşıya geldi. Kendisi karşısında oturuyordu. Artık yalnız değildi.

Bunun üzerine Celal bir küçük söyledi, belli ki gece uzayacaktı. Bir küçük, iki uzun kadeh. Su… evet. Buz… yok.

Yemekli vagonda garsonlardan başka kimse kalmamış. Demek ki artık dış anadoludan iç anadoluya girmişiz. Katarların sesi Celal’i en az rakı kadar sakinleştiriyor. Bir… bir iki. Bir… bir iki sonra bu devir yavaşlıyor, geceyle birlikte bir tünele giriliyor, garsonlar uykulu. Celal bekleme salonunda onca saat uykudan sonra cin gibi.

Celal mezeleri tazelettiriyor. Bir aynaya dönüşmüş camda kendi görüntüsü, bir Celal daha. Önce pek fazla konuşmuyorlar. Celal zaten sıkılgandır, aynadaki Celal ondan da öte ki tek kelime etmeden oturuyor. 35’lik yarılanınca Celal’in aynadaki eşine laf atası geliyor.

-Siz de mi Kırşehir’e?

Aynadaki hâlâ suskun. Celal’in canı bu suskunluğa bozuluyor biraz. İki kadeh daha hızla gidiyor. Artık otuz beşliğin dibi görünmüştür.

Celal “sen beni tanıyorsun değil mi” diyor?

Camdaki başını yukarı aşağı evet der gibi sallıyor. Celal devamla, “Evet evet” diyor “sen beni çok iyi tanıyorsun. Ben çok içer miyim?” Aynadaki başını sağa sola sallayarak yüzünde donmuş bir ifadeyle hayır diyor. “ O zaman senin şerefine!” “Garson bi 35’lik daha getir”

Garson bu tek müşterinin isteğini uykulu gözlerle ama serviste kusur olmaksızın yerine getiriyor. Tam kıvamında soğutulmuş yeni rakı özenle açılıp Celal’in bardağına dolduruluyor. “Su?” “Evet.” “Buz? ” “Hayır.”

Garson yerine dönünce Celal bir mezeden bir rakıdan iyice hızlanıyor. Aslında trende bu kadar içilmesine izin vermezler ama Celal’in mülayim tavrından ve de trenin boşluğundan olacak garsonlar Celal istedikçe servis ediyorlar.

“Sen… hıııı… beni tanıyordun değil mi?” Aynadaki yüz işaret parmağını dudağına götürüyor. “Ben kimim?” Camdan hareket yok. Celal bir kerede bardağın dibini görüyor. Alışkın olmadığından boğazı bir anda ateş yumağı. Yanıyor. Su… bir bardak… iki bardak… “Ben kimim?” aynadaki cevap veriyor “Kamil”

Cemal cama bakıyor. Aynadaki siluetinin yüzünden kanı çekiliyor, benzi sararıyor, gözlerinin altına torbalar yerleşiyor, alnı kat kat… Gözlerinde ışık… yok.

Celal bir an hiddetlenirim sanıyor. “Cama kadehi fırlatıp bu döngüyü kırmam gerek” diyor  ama  yok. Olmuyor… Sadece göz kapakları daha da ağırlaşıyor. Bir küçük bir yarım küçük… Celal sız…dı.

Garsonlar biri görürse kendi başlarının belaya gireceğini bildiklerinden Celal’i boşalan kuşetlilerden birine yatırıyorlar.

Celal… derin uykuda. Annesi yine işe gitmiş. Celal hasta. Okula gitmeyecek. Babası oğlunun hasta oluşuna çok üzülüyor ama o kadar yalnız ki duvar yerine oğluma dert yanarım diye seviniyor da. Celal daha uyanmamış.

Baba sessizce anlatıyor: “Hayatta hiçbir işe yaramıyorum” diyor. “Herkes neler neler söylüyor benim için” diyor. “Kudret bile artık bana saygı göstermiyor” diyor, diyor, diyor… Celal uykuda ama babasının söylediklerinin kimini duyuyor kimini duymuyor. Gördüğü rüyada babasının sözleri ilahi bir kelam gibi havada yankılanıyor.

Baba anneden gizli gizli artık gündüzleri bile içmekte. Ağzı kokmasın diye cin... Kimseye zararı yok. Ne kadar içerse içsin yine o mülayim o yumuşak huylu adam. Ama içten içe ezildiği bir çöküp bir şişen göz altlarından belli. Babası uyuyan oğluna sırtını dönüp kadehindeki cini bir kerede içiyor. Elleri ayakları karıncalaşıyor. İçeri gidip uyuyacak ama son birkaç cümle…

“Artık aynaya bakamıyorum” “Kimim ben? Babanın adı ne Celal?”

Celal uykuyla uyanıklık arasında, rüyasının göğünde yankılanan soruyu sanki okuldaki hocası sormuş gibi cevaplıyor:

“Kamil.”   

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Öykü