Kendine ait bir dil

Ecem Yıldırım, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sından yola çıkarak, kadınların egemen erkek dilinin dışına çıkması gerekliliğinden dem vuruyor: “Kadını mağdur kimliğine hapseden sosyal sorumluluk anlayışı ile varılacak bir yer yok. Ne şiddeti fiziksel boyutuna indirgeyen mor makyajlı fotoğraf çekimleri, ne de kadınları anlamak için topuklu ayakkabı ile poz veren erkekler meselenin sahici bir şekilde görünür olmasını sağlıyor.”

Ecem Yıldırım
ecemyldrm1989@hotmail.com

Keats ve Flaubert ile öbür erkeklerin güçlükle katlandıkları dünyanın aldırmazlığı, kadınların durumunda aldırmazlık değil, düşmanlıktı. Dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor, demiyordu. Dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı, diyordu. Yazmak senin neyine? Her zaman karşısında başkaldırılacak, üstesinden gelinecek, bunu yapamazsın, onu beceremezsin diyen o iddia vardı”

                                                                                                   (Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda)

Yazma eyleminin kadın hareketinde nerede durduğunu sorgulamaya başladığınızda, yol sizi Virginia Woolf'un odasına çıkarıyor bir şekilde. Odada kendini sizi aydınlatmaya adamış bir anlatıcı yok. Bu yüzden eşikten atladığınız anda, siz de anlatının bir parçası oluyorsunuz. Woolf mutlak bir hakikatin bilgisini aktarma iddiasında değil. Kendisini otorite kaynağı olarak konumlamıyor. Ona hangi adla seslendiğimiz bile önemli değil onun için. Hükmetmemeyi seçerek eril dile meydan okuyor ve sizi de meydan okumaya davet ediyor. Kendine Ait Bir Oda her satırıyla, kadın hikâyelerini sahici bir şekilde anlatmanın ancak kadın dilini inşa ederek mümkün olacağını söylüyor.

Kadın dili üzerine düşünmeden eril dili tüm yüzleriyle sorgulamak söz konusu olabilir mi? Peşine düştüğümüz soru bu. Ataerkinin dili hegemonik olacak şekilde kurgulanmış bir dil. Kamusal alanda görünür olmanın tek yolu olarak dayatılan bu dil, kadın hikâyelerine de sızıyor. Birçok kadın anlatıcı derdini bu dilin sınırları içinde anlatmaya çalışıyor, ama hikâye kaçınılmaz olarak hep eksik kalıyor. Egemenin dilinin dışına çıkmadığınızda, o dilin kurallarını boynunuza asıyorsunuz. Ataerkinin izin verdiği ölçüde söylüyorsunuz sözünüzü. Bütün mesele de dönüp dolaşıp ataerkil sistemin kadınlara şans tanıması ya da tanımaması noktasına geliyor. Oysa mühim olan, kadınların tüm bunlara nasıl direndiği… Direnişi merkeze alacak bir kadın dili inşa etmek bu nedenle çok önemli.

Peki, nasıl inşa edilecek bu dil? Woolf bu konuda önemli sorular sorduruyor size. Kadınların eril bir göz yaratıp kendilerini gözetlemeden özgürce yazmalarının ne kadar önemli olduğunu anlıyorsunuz öncelikle. Edebiyatın tuzakları ve imkânlarıyla kadınlar için ne ifade ettiğini görüyorsunuz. Woolf ataerkinin kurucu özne olarak yazın dünyasında kendi iktidar alanını yarattığını vurguluyor. Kadının da, bazen dil ötesi, bazen de dil öncesi bir alana hapsedilerek bu dünyadan koparıldığını söylüyor ve “Shakespeare'in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu?” diye soruyor. Kendince cevap da veriyor bu soruya. Judith'in yazın dünyasında kendine bir alan açmada zorluk çekeceğinin altını çiziyor. Woolf'u özel kılan, kadınların yaşadıkları zorluklara vurgu yapıp kalemi bir kenara bırakmaması. Woolf, kadınların zorlukların ötesine geçip “kendilerine ait bir oda” yaratarak yazmaya devam edeceklerine inanıyor. Bütün hikâye de önce inanmakla başlıyor zaten.

Yazma eylemiyle kurulan ilişki de önemli. Kadın dilini inşa ederken yazının dönüştürücü gücüne de bir şekilde inanmak gerekiyor. Edebiyatın kimlikleri sunmaktan daha fazlasını mümkün kılan bir alan yaratabileceğine inanmak, değişime giden yolda çok önemli bir yerde duruyor. Anlatıcı, gerçeği olduğu gibi yansıtma iddiasıyla ataerkinin duvarına çarpan kadınların hikâyelerini bir kısır döngü içerisinde sunmakla yetindiğinde edebiyattan kopuyor; çünkü edebiyat da neticede bir kurgu türü. Mutlak bir hakikatin savunuculuğunu yapmak, edebiyatın kimlikleri yaratma ve değişimi mümkün kılma potansiyelinin üstünü çiziyor. Tam da bu nedenle yazarken ve okurken, böyle bir gerçekçiliğin peşine düşülmemesi gerektiğini düşünüyorum.  

Kendine Ait Bir Oda kendini olan bitenin adını koymakla sınırlayan bir dile sahip değil. Her satırda isyan var. İhtiyacımız olan da bu. Kadının üzerindeki eril gölge başucumuzda duruyor zaten. Kadını mağdur kimliğine hapseden sosyal sorumluluk anlayışı ile varılacak bir yer yok. Ne şiddeti fiziksel boyutuna indirgeyen mor makyajlı fotoğraf çekimleri, ne de kadınları anlamak için topuklu ayakkabı ile poz veren erkekler meselenin sahici bir şekilde görünür olmasını sağlıyor. Bir şeyler değişecekse biz kadınlar olarak direndiğimiz ve eril dilin karşısına kendi dilimizi koyduğumuz için değişecek.

Kategoriler

Şapgir