Makriköy’ün Kraliçesi

Aynur Taner, küçük bir kızın, Asuman’ın gözünden masalsı bir anlatı sunuyor. Makriköy, Mari Teyze, ahşap evler, kraliçeler, kafası aslan vücudu insan yaratıklar ve “namus cinayeti”…

Aynur Taner

Beklenen an nihayet gelmişti. Tılsımlı pencere açılmış kurabiye kraliçesi büyüleyici haşmetiyle görünmüştü. Kömür karası saçlarını kafasının tepesinde kocaman bir topuz yaparak toplamıştı.  Saçının rengiyle kömür siyahı gözlerinin arasında ufacık bir ton farkı dahi yok gibiydi. Topuzunun etrafındaki minik inciler, kraliçenin zarif tacı, siyah kazağına serpiştirilmiş boncuklar ise görünen mücevherleriydi.
Kraliçe başını pencereden dışarıya uzattı, etrafa bakınmaya başladı. Sadece hava almak, lapa lapa yağan karı izlemek için cama çıkmış gibiydi. Oysa penceresini genellikle nedimesini çağırmak için açar, boş boş pencereden bakarak zaman geçirmezdi. Küçük nedimenin kalbi heyecanla güm güm çarpmaya başlamıştı. Sabırla “Asuuuu” diye çağrılacağı anı heyecan içinde beklemeye koyuldu. O da kraliçesi gibi etrafa bakınıyor, gözlerini özellikle pencereden kaçırıyordu. Açgözlü, şımarık görünmek istemiyordu. Çünkü o, kraliçenin tek gözdesiydi. Bir tek onu çağırır, başka kimseye seslenmezdi Kartopu Sokağı’nın kara gözlü, topuz saçlı kraliçesi.

Mari, “Asuuuuu” diye seslendiği an kırmızı pelerinini havalandıra havalandıra kuş olup uçmak istedi ama kraliçenin huzuruna çıkacaktı. Oldukça sakin ve mağrur bir şekilde pencereye doğru yürümeye başladı. Pencerenin önüne geldiği zaman, Kraliçe kar beyazı kağıt peçeteye sarılı, istiridye içindeki inci tanesi misali üç beş kurabiyeyi küçük kıza sevgiyle uzattı. Kız kurabiyeleri alırken, ürkek, zar zor duyulan bir sesle “Teşekkür ederim” diyerek yüzünde mahcup bir gülümsemeyle evinin önüne geri geldi. Mari’nin kurabiyeleri küçük kızın ağzını tatlandırmakla kalmıyor, minik yüreğini sevgi seline, düşlere salıyordu. Mahallenin adı Kartopu, peçete kar beyazı, Mari’nin evinin perdeleri bembeyaz, avlu karla kaplanmış, her yer beyaza bürünmüştü. Bahçe katının küçük tahta kapısı açıldı. Arzu, kapıdan seslendi: “Hadi Aysun! İçeri gir, hava soğuk, üşütüp hasta olacaksın.” Ama kız hiç üşümüyordu. Mari’nin kağıt peçete içine sarıp sarmaladığı sevgisi içini ısıtıyor, havanın soğukluğunu hiç mi hiç hissettirmiyordu…

Küçük kız içeriye girdi. Elleri ve yüzü soğuktan morarmıştı. Elindeki kurabiyeleri annesi Arzu’ya uzattı. “Anneciğim bak, Mari Teyze  bana kurabiye verdi, ister misin?” diye sordu. Kadın elindeki mektubu katladı, kazağını kaldırıp göğsünün üstüne koydu. “Yok kızım, sen ye, istemiyorum” dedi. O an, annesinin gözlerinden akan yaşları fark etti. Annesi ağlıyordu. Bugünlerde onu sürekli ağlarken görüyordu. Ağzında dağılan kurabiyenin tadı yok olmuş, annesinin gözyaşlarına kilitlenmişti. “Anneciğim neden ağlıyorsun? Mari Teyze’yi seviyorum ama seni daha çok seviyorum. Ben senin kızınım. Ağlama, ne olur! Sen ağlayınca, ben de ağlamak istiyorum” dedi. Arzu, “Dayın çok hastaymış.  Buraya hastaneye gelecekmiş. Mektupta öyle yazıyor. Onun için ağlıyorum. Dayını hiç görmedin sen, ben de uzun zamandır görmedim. Köyden çıktığımda, beş- altı yaşında var ya da yoktum. Peşimden ayrılmaz, ben nereye gitsem ardım sıra “aba, aba” der, koştururdu. Kardeşim daha ya on altı ya da on yedi yaşında, köyden buraya yalnız gelecekmiş.  Onca yolu nasıl tek başına gelecek bilmiyorum.   Yolda başına inşallah bir hal gelmez” dedi. Kız sessizce annesini dinledi. Elinde kurabiyeler kalakalmıştı. “Bu kurabiyeleri dayıma saklayacağım. O gelince ona vereceğim, belki hastalığını da iyileştirir. Hani ben çok hastalanmıştım da, Mari Teyze kurabiyeler getirmişti, ben onları yedim, iyileştim ya” dedi. Arzu buruk bir gülümseme ile kızına sarıldı: “Umarım! Hadi sen küçük odaya yatmaya. Öğlen uykuları çocukları büyütür. Bir an önce büyü, doktor ol, hastaları iyileştir; öğretmen ol çocukları yetiştir“ ve Aysun’u odaya yatmaya yolladı ama kız odada başka bir dünyanın içine dalmıştı.

Ahşap evin eski sahiplerinin duvarda bıraktıkları belki de unuttukları takvimin resimli sayfasının tılsımı, kızı küçük odadan çekip çıkarmış kalabalık bir güruhunun içine atmıştı. Kafaları aslan, kaplan, tilki; boyunlarından aşağısı insan olan yaratıklar, ağzından ateş püsküren bir canavarın peşine takılmış naralar atarak yürüyor, etrafa korku saçıyorlardı. Yarı insan yarı hayvan yaratıkların her birinin elinde oklar, mızraklar vardı. Küçük kızın kalbi birden heyecanla çarpmaya başladı. Sanki mızraklardan biri, onun kalbine saplanacaktı. Yaratıkların ellerindeki okları, mızrakları toplayacak bir kral, bir kraliçe aradı ama kraliçe de kral da yoktu. Geçidin etrafında toplanan insanlar ise korku dolu gözlerle geçidi izliyorlardı… Evet, evet küçük kızın kraliçesi bu canavarların elinden kaçmış Kartopu Sokağı’ndaki iki ya da en fazla üç katlı ahşap evlere tepeden bakan, apartman katının birinci katına saklanmıştı… Bu yüzden penceresinin perdelerini hiç açmaz, eline örgüsünü alıp avluya koşan kadınlarla sohbete dalmazdı…

***

Günler birbirini kovalarken, Kartopu Sokağı, adına yakışır beyazlıktaki kara teslim olmuş avlunun müdavimleri eve kapanmıştı.  Ne mahallenin kadınları örgülerini alıp avluda öbek öbek oturup laflayabiliyorlardı, ne de küçük kız, kraliçesinin huzuruna çıkabiliyordu. Herkes yaz mevsimini dört gözle bekliyordu. Ama ne yaz geliyordu, ne de beklenen dayı…

O gün evde farklı bir telaş vardı. Arzu, bir yandan mutfaktaki duvara monte edilmiş terekten yeşil çiçekli melamin tabakları, bardakları kutulara yerleştiriyor, bir yandan da yanık bir türkü mırıldanıyordu: “Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece/Bilmiyorum ne haldayım…” Kız korku dolu gözlerle, Arzu’ya yaklaştı. “Anne neden tabaklarımızı, bardaklarımızı kutulara koyuyorsun?” diye sordu. “Birkaç güne kadar taşınıyoruz.” Kız, “Sürekli taşınıyoruz? Ben artık taşınmak istemiyorum. Mari Teyzemi, avlumuzu, arka bahçemizi, evimizi çok seviyorum” dedi ve boncuk mavisi gözlerinden inci tanesi gözyaşlarını akıtmaya başladı. Arzu kızın ağlamasıyla ilgilenmeden kapkacağı kutulara koymaya devam etti. Kızının ağlamasını duymuyor, üzüntüsünü hissedemiyordu. Aysun da, annesinin beyninin içini işgal eden insan güruhundan ve onların kurduğu mahkemeden bihaberdi. Aysun hışımla kapıyı açıp dışarıya fırladı. Beyaz gelinlik giyinmiş avluda tepinmeye başladı. Birden Kurabiye Kraliçesi’nin onu bu halde görüp dee ayıplayacağını düşünerek yerden ayağa kalktı. Yaşlı gözlerini kraliçesinin penceresine çevirdi. Bir an yanlış pencereye baktığını düşünüp gözlerini ovuşturdu. O da ne? Mari’nin perdeleri renk değiştirmişti. Bembeyaz perdelerin yerine pencereye kara, kapkara perdeler çekilmişti. Bu işte bir terslik vardı. Avludaki evlerin hiç birinin penceresinde kara perde yoktu ki… Aysun telaşla, neredeyse yarım metreye varan karların içinde düşe kalka eve doğru koşarken, “Anne! Anne!” diye bağırmaya başladı. Kızın bağırtısına cama çıkan ev sahibi Esma Hanım, “Ne oluyor? Nedir bu feryat figan?” diye sordu. Aysun heyecanla, “Esma Teyze, Mari Teyze’nin penceresi kararmış, kapkara olmuş” dedi. Esma Teyze’nin yüzünde hiçbir duygu emaresi okunmuyordu. Oldukça sakin ve sert bir şekilde, “Korkma bir şey yok. Onlar yastalar. Acıları çok büyük. Mari’nin kızı Anita bir Türk’e gönül vermiş. Kız, senin annen gibi sevdalandığı adama kaçıp gitmiş. Hadi sen de içeriye gir üşütüp hastalanmayasın” deyip camı kapattı. Aysun tahta kapıya heyecanla vurdu. Birkaç dakika sonra Arzu kapıyı açtı.  “Ooo, küçük hanım bu gün erkencisin. Mari Hanım’la merasiminiz erken bitmiş” dedi. Aysun annesine hiç karşılık vermeden “Anne, sen kaçtığın zaman, sizin pencerelerinize de kara perdeler takıldı mı?” diye sordu. Arzu’nun kalbi hızla atmaya başladı, titrek bir sesle “O da, nereden çıktı? Kimden duydun sen bunu? Kimin perdeleri kararmış ki?”  dedi. Aysun, “Esma Teyze söyledi. Sen de Mari Teyze’nin kızı Anita gibi kaçmışsın. Mari Teyzeler, yas tuttukları için pencerelerine kara perdeler çekmişler” dedi. Arzu buruk bir gülümseme ile kızına sarıldı ve “Esma Hanım, dedikodu yapacak birini bulamadı da, sana mı laf yetiştirdi?” dedi.

Aysun günlerce perdelerin yeniden beyaza dönmesini, Mari’nin onu çağırmasını bekledi ama nafile...  Pencere hiç açılmadı ve onu kimse bir daha “Asuuu” diye çağırmadı. Beyaz peçete içinde sevgiyle yoğrulup sunulan kurabiyeler de, sevgiyle uzanan el de yok oldu.

Nihayet yeni eve taşınma zamanı gelmiş, küçük bir kamyonet kapıya dayanmıştı. Eşyalar kamyonete taşınırken, Aysun küçük bir umutla da olsa, kraliçesinin penceresine bakınıyor, onunla vedalaşmadan Kartopu Sokağı’ndan ayrılmak istemiyordu.  Aysun, “Berzannn! Kardeşimmm” diye haykıran annesinin sesi ile yüzünü kapının önünde dikilen delikanlıya çevirdi. “Dayım geldi“ dedi ve elini kırmızı pelerinin cebine soktu. Berdan da aynı anda elini cebine götürdü. Cebinden çıkardığı silahı ablasına doğru uzattı ve iki el ateş etti. Aysun’un cebinden çıkardığı peçeteye sarılı kurabiyeler elinde kalakaldı. Avlu bir anda mahşer yerine dönmüştü. Takvim sayfasındaki yaratıklar avluya üşüşmüş, çığlıklar atarak, Arzu’nun cansız bedeninin etrafında dans ediyor, mızraklarını sağa sola fırlatıyorlardı.   Aysun’un elleri üşüyor, zangır zangır titriyordu. Kartopu Sokağı, Aysun’un yüreği, Mari’nin perdeleri zifiri karanlığa gömülmüştü… Berdan polis arabasına götürülürken, “Namusumuzu temizledim.  Kaçmasaydı kocaya…” diye bağırıyordu.

Kategoriler

Şapgir