‘Saçlarının yarısını Almanya’da bırakmışsın’

Edebiyat dünyasında farklı anadilleri kullanan yazarlar hep köşeli bakışların kalıplarına toslar. Bir dönem Almanca yazan Türkiyeli yazarlar için göçmen edebiyatı, yabancı işçi edebiyatı gibi yerleştirme alanlar denendiyse de, konuların ve dilin özgünlüğü sonuçta kültürlerarası edebiyat tanımının tercih edilmesini zorunlu kıldı. Öyle ya, kimliğinde farklı diller ve coğrafyalar arasında gidip gelen yazar, tam da bu araftadır ve derdini, meramını, o aralıktan anlatır.

KARİN KARAKAŞLI

Edebiyat dünyasında farklı anadilleri kullanan yazarlar hep köşeli bakışların kalıplarına toslar. Bir dönem Almanca yazan Türkiyeli yazarlar için göçmen edebiyatı, yabancı işçi edebiyatı gibi yerleştirme alanlar denendiyse de, konuların ve dilin özgünlüğü sonuçta kültürlerarası edebiyat tanımının tercih edilmesini zorunlu kıldı. Öyle ya, kimliğinde farklı diller ve coğrafyalar arasında gidip gelen yazar, tam da bu araftadır ve derdini, meramını, o aralıktan anlatır.

En büyük eseri

Annedili

Emine Sevgi Özdamar

Çeviri: Fikret Doğan

İletişim Yayınları

103 sayfa.

Bu edebiyatın simge isimlerinden biri de Emine Sevgi Özdamar’dır. Türkçeye hayli geç çevrildiği için memleketinde halen gereği kadar tanınmadığını düşündüğüm Özdamar, tiyatro oyuncusu ve dramaturg  olarak bilindi. Ama en büyük eseri elleriyle biçimlendirdiği kendi hayatı olan bu kadını, aslında hiçbir tanım tam olarak tarif edemedi. Türkçeye de çevrilen biyografik romanlarına dalmak, tanımı doğrudan yapabilmek için de eşsiz bir fırsat.

Şimdi elimizde İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan ‘Annedili’ adlı ince ama yoğun öykü kitabı var. ‘Mutterzunge’ adlı Almanca aslında aktarılan eserin, çevirmeni Fikret Doğan’ı bir hayli zorladığını tahmin etmek güç değil çünkü kitabın zaten esas meselesi kaybedilen ‘annedili’. Yazarın anadili yerine kullandığı kavram, lisan ve ağzımızın içindeki organ olarak dil sözcüklerine gönderme yapıyor.

Kitapla aynı ismi taşıyan ilk öykü annedilinin hangi anda kaybedildiğini saptamak üzerine girişilmiş bir bellek çabası.  Yazar, önünden geçtiği Sttutgart’taki hapishanede iki mahpus arasında geçen “Yaşar kardeş gördün mü?”, “Evet, gördüm” konuşmasından ‘görmek’ fiilini, bir rüyasında geçen “Derinliğine anlatmak için ne yapmalı?”, “Kaza geçirmek lazım” konuşmasından ‘kaza geçirmek’ fiilini, bir de yine Türkçe gördüğü bir rüyada oyuncu, sanatçı olmak isterken pasaportuna basılan ‘işçi’ sözünü alıp kaybının peşine düşüyor.

Bilinç akışı tekniğinde rüya, bellek ve hayat arası akıp giden anlatı o derece akıcı ki, nerede kalmıştık diye ara verme şansımız yok okumaya, tıpkı hayata da ara veremediğimiz gibi. Anne ile yapılan sohbeti anımsayış, yabancı şehrin fırça darbeli tasvirleri bu özgün anlatımı tatmak için uygun bir alıntı:

'Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan. Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner. Döndürülmüş dilimle bu Berlin şehrinde oturuyordum. Zenci kafesi, Arap müdavimler, yüksek tabureler, sallanan ayaklar. Bayat bir ay çöreği tabakta can çekişiyor, garson mahcup olmasın diye hemen bahşiş veriyorum. Annedilimi ne zaman kaybettiğimi bir bilebilsem. Bir keresinde annemle ben annedilimizde konuşuyorduk. Annem şöyle dedi bana: ‘Biliyor musun, öyle bir konuşuyorsun ki, her şeyi tastamam anlattım sanıyorsun, oysa birdenbire bazı sözleri söylemeden atlıyorsun, sonra gene rahat rahat anlatıyorsun, ben de hoop seninle birlikte atlıyorum, sonra rahat bir nefes alıyorum.’ Sonra da şöyle dedi: ‘Saçlarının yarısını Almanya’da bırakmışsın.’”

Anlatımdaki yabancı tını, tıpkı Almanca orjinalinde olduğu gibi yazarın özellikle arzuladığı bir özellik. Böylelikle evden ayrı olma, dilinden mahrum kalma temaları dile yansıyışı üzerinden etkisini katmerliyor.

Dildeki kara delikler

Dili kaybettiren aslında travmalar. Özdamar için darbe öncesi dönemin baskıcı, kıyıcı yılları, darağacına gönderilen, işkenceden geçirilen gencecik insanların hortlağımsı anıları sözün kaybedilişinin esas nedeni. Marmara Denizi’ne atılan, sobalarda yakılan kitapları ardında bırakıp tek kelimesini bilmediği yeni bir dilde kendisine tiyatro ve edebiyattan bir dünya inşa eden Emine Sevgi Özdamar, Almancanın sınırlarını da kendi deneyimini aktarabilme pahasına alabildiğine zorladı. Ardında sınıfsal olarak aşağılandığı bir evlilik, içinde bir Ofelia ile Almanya’da merdivenleri temizleyen genç bir kadının gözünden Almanya ve Berlin’i ve herkesi anlattı. Tiyatro okuluna gidip geldiği Doğu-Batı Berlin arasını, şehrin müzmin yalnız yaşlılarını, modern zaman yalıtılmışlığı ve arayışındaki gençleri, göçmenleri her şeyi, onlar için bulduğu yepyeni kelimelerle anlattı. Türkçenin ve bu kültürün izlerini sözcüğü sözcüğüne çeviriyle Almancaya katıp dili esnetti.

Bunları yaparken elbette kendi kayıplarına geri dönecekti sürekli. Bir travma kıyısı olarak gördüğü yere, sadece Arap alfabesini bilen dedesine yolculuk etmeye de böyle karar verdi. Arapçaya geri gidip kökü kucaklamak istiyordu.  Wilmesdorf’ta Arapçayı öğrenmek üzere kapısını çaldığı İbni Abdullah, onu dedesine götüremedi ama bambaşka bir dünyaya daha buyur etti. Böylelikle biz de Emine Sevgi Özdamar’la birlikte Binbir Gece masalları misali masla içinde masalla modern zaman gerçekleri arasında sürüklendik.

Ve bu yolculuk hiç ama hiç bitmesin istedik.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ