Canavarın bedenini örten tarih adlı perde

‘Tarih Sümer’de başlar’ sözü, bir eser adı olmaktan öte yaygın bir kanı, genel bir kabuldür. Oysa Sümer’de başlayan tarih, asasıyla gücü temsil eden yaşlı erkeğin hikâyesidir. Bu hikâye ne Sümer’den önceki insan topluluklarının yaşamıyla ilgilenir, ne de tahakküme meşruiyet yaratmaktan öte bir işlev görür.

GAZİ BERTAL

‘Tarih Sümer’de başlar’ sözü, bir eser adı olmaktan öte yaygın bir kanı, genel bir kabuldür. Oysa Sümer’de başlayan tarih, asasıyla gücü temsil eden yaşlı erkeğin hikâyesidir. Bu hikâye ne Sümer’den önceki insan topluluklarının yaşamıyla ilgilenir, ne de tahakküme meşruiyet yaratmaktan öte bir işlev görür. Tarih neyi anlatır derseniz, hiç şüphesiz, Sümer’den önceki ‘dünyanın ruhu’na, yani ‘spiritus mundi’ye karşı bugün adına erk dediğimiz heyulayı, yani uygarlığın ta kendisi olan Leviathan canavarının serüvenini anlatır.

İnsanoğlunun hüküm sürmediği hayat hükümsüz müdür?

Tarih denen bu kurgusal hikâye, yeryüzündeki ormanların, göletlerin, sonsuz ovaların henüz çorak kraterlere dönüşmediği zamanları, Sümer öncesi ‘varlık toplumu’nu adeta yok sayar. İnsanoğlunun hüküm sürmediği bir hayat onun için hükümsüzdür çünkü. Ne var ki son çeyrek yüzyılda bu hikâyeyi tersyüz eden pek çok veri, gözlem ve bulgu gerçeğin başka boyutlarını ortaya çıkardı. Kaçınılmazlık gerekçesiyle yaygın bir kabul gören bu tarih hikâyesinin aksine, tapınakların, hükümetlerin, angaryanın olmadığı, insan veya hayvanın evcilleştirilmediği o tarih öncesi çağda, insan hiçbir şeye sahip olmadığı halde fakir de değildi.

Tarihi Sümer’de başlatan bu kronolojik anlayış, onun kent-devlet-iktidar dolayımıyla tahakküme dayalı düzlemini görse bile Sümer ile ötesindeki asimetriyi, uzamı görmez. Sümer’in ötesinde eşitliğe ve uyuma dayalı yabandan, istikrarlı ‘doğa durumu’dan söz etmez. Keza, dün-bugün-yarın formülasyonundan hareket eden kronolojik bakış, Sümer’in yanı sıra bile devam eden bu eşitlikçi yabanıllığı görmezden gelir. Kent ve uygarlık, Sümer’de başlayan tarihin gözüne mil çekmiştir çünkü; onun bilgisinin ötesindeki tüm insan topluluklarını ve tüm doğayı içeren yabanıllığı görmemesi bundandır. Bilimsellik iddiası taşısa da, esasen politik özü gereği muktedir olanın öteki üzerindeki hükümranlığını daima mantıklı kılmaya çalışır.

Sümer’deki tablet yazıcıların ettiği

Oysa her zaman, insanlığa bir nevi doğa kanunu gibi dayatılan bu tek yönlü tarihin çoğu kez karşısında, ama kimi zaman da yanı sıra varlığını sürdüren ötekiler, sapkınlar, isyancılar, kaçkınlar da olmuştur. İşte onların hikâyesini bize, 68 kuşağının renkli simalarından Amerikalı anarşist Fredy Perlman, ‘Against His-story, Against Leviathan’ adlı kitabında anlatır. Onsekizinci yüzyıl İngiliz mistik şairi William Blake’in ilüstrasyonlarıyla süslenen bu önemli kitap, ‘Er-Tarih’e Karşı Leviathan’a Karşı’ adıyla birkaç yıl önce Türkçe’ye çevrildi.

Fredy Perlman bu son derece çarpıcı kitabında esas olarak insan topluluklarının, Leviathan adını verdiği ‘uygarlık mega-makinesi’ne karşı sergiledikleri müthiş direnişlerinin panoramasını sunar. Ortaya çıkan her devletin, her uygarlığın, her Leviathan’ın serüvenini rakamsal hiçbir tarih kullanmaksızın, döngüsel bir zaman anlayışıyla nesilleri ilişkilendirerek anlatır bize. Böylece insanı, hayvanı ve tüm canlıları yutup biyosferi ele geçiren, erk, tahakküm ve uygarlığın resmî hikâyesinin şifrelerini de bir bir çözer. Yabandan, doğal uyumdan koparılıp birer ‘zek’ (mahkûm, zorunlu iş kölesi) haline dönüştürülen bizlerin hazin serüvenini hatırlatır her satırında.

Perlman’ın tahakküm evreninin karşısına çıkardığı özgürlük evreninde, bilinebilen ilk büyükannelerimiz de öteki yürüyenler, yüzenler ve sürüngenlerle aynı türün varlıkları olarak ortak bir hayat seyri içinde devran sürmektedirler. Ve devran döndükçe, insanların ilk Leviathandan önceki özgürlük evrenini unutmasına Sümer’deki tablet yazıcıları katkıda bulunurlar.

İlerlemeci bakış açısına eleştiri

Öte yandan er-tarihin, yani zırhlı anlatıcılar tarafından aktarılan bu hikâyenin seyrini de toplumların ileri atılımı ve gelişimi olarak görmez Perlman. Onun tarihe bakışında varoluşun ve zamanın başı-sonu gibi çizgisel bir izlek olmadığı gibi, nesiller boyunca süren hayatı ‘sosyo-ekonomik koşulların gelişimi’ türünden dogmatik klişeyle çözümlemeye de kalkışmaz. Tarihsel hikâyeyi döngüsel zaman algısıyla temellendirirken ilerlemeci bakış açılarına da değinir. New Yorklu avukat Lewis Henry Morgan’ın ‘daha yüksek evreler teorisi’ni bir nevi tiye alır.

Bu avukat, İrokua toplulukları üzerine çalışma fırsatı yakalayarak onların çocukluk ile ergenlik arasında bir safhaya erişebildikleri sonucuna varmış olan zattır. Morgan, her basamağı kibirle parıldayan bir merdivenle ırkçılığını ortaya koyar. Merdivendeki en alt basamağı, bebeklik safhasını ‘vahşilik’ olarak adlandırırken bir sonraki basamak olan çocukluk safhasına da ‘barbarlık’ adını verir. Ve elbette ki üst basamaklara ‘uygarlık’ der; en üsttekine ise ‘Amerikan uygarlığı’. Böylece ‘büyük beyaz ırk’la birlikte Morgan da bu zirvedeki yerini alır. Amerikan profesörleri bu çalışmadan öylesine memnun olurlar ki, Morgan'ı Amerikan Bilimsel Gelişme Derneği'nin başkanı seçerler.

‘Büyük beyaz ırk’ yerine ‘kapitalist sınıf’

Daha sonra, Friedrich Engels tüm ırkçı terminolojisiyle birlikte Morgan'ın merdivenini ödünç alır. Üstelik çok fazla değişiklik de yapmaz. Morgan'ın ‘büyük beyaz ırk’ını ‘kapitalist sınıf’ olarak adlandırır, merdivenin tepesine eklediği yeni basamağa da Marx'ın politik partisinin yandaşlarını ve liderlerini koyar. Ve bu şekliyle Morgan'ın ırkçı merdivenindeki basamak isimleri, SSCB, Çin ve birçok ülkede okul çocuklarının kafasına bir ilmihal gibi sokulur.

Merdiven, yani daha yüksek evreler teorisi, insanların doğa durumunu neden terk ettiğini açıklar şüphesiz. Ve zaten bu amaçla tasarlanmıştır. İnsanın ‘vahşilik’ denen basamaktan ‘barbarlık’ denen basamağa geçmesinin nedeni ‘maddî koşullar’ ya da tam adıyla ‘üretim güçlerinin gelişim düzeyi’ denen zımbırtıdır. Bu aynı neden, diğer yüksek basamakların tümüne geçişten de sorumludur.

Halbuki, dünyanın diğer ucunda, Superior Gölü çevresindeki Ojibwa'ların ataları ya da öncelleri bir zamanlar metali işleyerek enfes bakır süslemeler ve aletler yaparlardı. Bu insanların hiçbiri ‘kişisel olmayan kurumlar’ geliştirmemişlerdi. Akraba olarak kalmış, sahip oldukları her şeyi ve tüm deneyimi paylaşmaya devam etmişlerdi. Superior Gölü'nün bakırcıları, öngörülen ‘zorunlu tarihsel aşamalar’ın aksine, hiçbir zaman tohum ekmemiş ya da hayvan gütmemişlerdi. Meşhur ‘ihtiyaç fazlası ürün’e gelince; “ihtiyaç fazlası, Leviathanı ortaya çıkarmamıştır. Tam tersine, ihtiyaç fazlasını ortaya çıkaran Leviathandır. İnsan topluluklarının bu ihtiyaç fazlasına ancak kurtların olduğu kadar ihtiyacı vardı” der Perlman.

Anadolu Hıristiyanlığının direnişi

Konu uygarlık olunca elbette Mezopotamya’yı, Anadolu’yu da anlatır bize Perlman. Nitekim hikâyenin önemli bir kısmı da buralarda geçer. Bizans Kilisesi’ne karşı Anadolu Hıristiyanlığının sürdürdüğü gnostik direnişi çok çarpıcı örneklerle ortaya koyar. Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’da peş peşe ortaya çıkan Leviathanlara karşı sürdürülen direnişlerde, her yerde olduğu gibi kimi topluluklar iktidara eklemlenip kendileri de Leviathan olurlar. Ancak, bunlarla yollarını ayıran kimileri de kentlerden, iktidarın fizikî alanlarından uzaklara çekilmeyi tercih ederler.

Bir zamanlar yabanıl mülksüzlerin ruhuyla dans eden Kibele'nin yaşadığı Anadolu'da ilk direnişin ruhu canlı tutulmaktadır: “Gnostikler denen görüm sahipleri, dünyayı zincire vuran canavara kafa tutmak için karşı-canavarlar hazırlamaya yönelik her türlü girişime itiraz ederler. Ve kadın peygamberler Priscilla ve Maximilla ile Montanus adında bir adamın etrafında çizilen geniş bir halkayla direniş daha da derinleştirilir. Bu insanlar Roma lejyonlarının çiftliklerinde çalıştırılmak üzere çocuk yapmayı reddedecek kadar ileri giderler. ‘Tanrının egemenliği içinizdedir’ cümlesinden her erkek ve her kadının potansiyel bir görüm sahibi olduğu manasını çıkarırlar.”

Ne ki, resmî Hıristiyanlar bu grubun kadın peygamberlerini tanımayacak ve onlara adamın adını kullanarak Montanistler diyeceklerdir.

Batı artık burasıdır

Perlman’ın ‘doğa durumu’yla anlattığı yabanıllığa son noktayı koyan ise, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’daki Leviathanların ardından, ‘Batı Ruhu’ olacaktır. Ancak, ‘Batı Ruhu’nu batıda aramaya lüzum yoktur. Batı artık burasıdır; İngiltere, ABD, Rusya, Çin, İsrail, Fransa burasıdır. “Ve bizler işkencelerin, katliamların, zehirlemelerin, dalaverelerin, yağmaların failleri, seyircileri ya da kurbanları olarak buradayız”dır.

İşte Fredy Perlman, bu kapsamlı eserinde, kimini tarih kitaplarından bildiğimiz aktörlerin bilinmedik hikâyelerini anlatır bize. Kısacası, Perlman, ‘Er-Tarih’e Karşı Leviathan’a Karşı’ adlı eseriyle canavarın bedenini örten tarih adlı perdeyi kaldırır. Ve sahneyi ışık seline boğar.

Er Tarih’e Karşı,
Leviathan’a Karşı
Fredy Perlman
Çeviri: İnan Mayıs Aru
Kaos Yayınları
399 sayfa.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ