Bu filmde Kosmos’takinden daha acayip bir dünya var

Kevork Malikyan’ın, 19 yaşında ayrıldığı Türkiye’ye, neredeyse 50 yıllık bir aranın ardından, bir dizi projesi için dönmesinin üzerinden iki yıl geçti. Bu arada uluslararası projelerde de yer almaya devam eden oyuncu, son olarak, Ridley Scott’ın ABD’de 2014’un sonunda gösterime girmesi planlanan filmi ‘Exodus’ta Christian Bale, Ben Kingsley gibi isimlerle birlikte rol aldı.

FOTOĞRAF - BERGE ARABİAN

EVRİM KAYA
evrimrkaya@gmail.com

Reha Erdem’in kendine ait bir dünyası var.
 

Özellikle bu filmde büyüleyici bir başka dünya yarattı.
 

Hep merak ediyorum, nasıl geliyor o noktaya zihni bu adamın?

Kevork Malikyan’ın, 19 yaşında ayrıldığı Türkiye’ye, neredeyse 50 yıllık bir aranın ardından, bir dizi projesi içindönmesinin üzerinden iki yıl geçti. Bu arada uluslararası projelerde de yer almaya devam eden oyuncu, son olarak, Ridley Scott’ın

ABD’de 2014’un sonunda gösterime girmesi planlanan filmi ‘Exodus’ta Christian Bale, Ben Kingsley gibi isimlerle birlikte rol aldı. Türkiye’de ise ‘Yozgat Blues’ ve ‘Saroyan Ülkesi’nde gördüğümüz Malikyan, Reha Erdem’in bu hafta vizyona giren son filmi ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’da başrolde. Oyuncuya buradaki çalışma deneyimini, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı ve canlandırdığı Mesut karakterini sorduk. O da, karşısındakini 70 yaşında olduğuna şaşırtacak bir enerji ve neşeyle cevapladı...

  • Türkiye’de çalışmak nasıl bir deneyim?

‘Yozgat Blues’ buradaki ilk sinema filmimdi. Mahmut Fazıl’ın çalışma sistemini çok sevdim. Hem çok akıllı, hem de çok sakin ve rahat biri. Dışarıdaki durumla buradaki durum arasında fark var. Çok yönetmen tanıdım; Spielberg’le, Alan Parker’la, Ridley Scott’la çalıştım. Bu yönetmenler çekim sırasında hep oyuncunun yanındadır. Türkiye’de ise nedense farklı bir çalışma şekli var; yönetmenler uzakta bir yerde, bir kutunun önünde oturuyorlar. Halbuki oyuncunun yönetmene çok ihtiyacı vardır, onu görmeyince tedirgin olur, çünkü yönetmen, geminin kaptanıdır. Mahmut Fazıl ve ‘Saroyan Ülkesi’nde birlikte çalıştığım Lusin Dink öyle değildi. Ne zaman ihtiyaç duysam yanımda oldular. Bence oyuncu kaybolmuş bir çocuk gibidir; her filmde baştan bulur yolunu, ve bu önemli bir süreçtir.

  • Reha Erdem’le nasıl bir araya geldiniz?

Reha Erdem bu rol için neden bana geldi, hâlâ bilmiyorum. Bir fikrim var ama emin değilim. Senaryoyu verdiğinde çok korktum. Koca bir dosyayı bırakıp “İki karakter var, bir doktor, bir de Mesut. İkisinden birini seç” dedi. “Reha’cığım, bu adam çok konuşuyor, beni korkuttu. Kulaklarım Türkçeye yeni yeni alışıyor” diye yanıt verdim. “Hiç korkma, olacak” dedi.

Londra’da yaşarken Reha’nın adını bilmiyordum ama burada işitmiştim. Londra’daki sinema ortamı maalesef Türkiye’ye kapalı. Oturup Reha Erdem filmlerini izledim ve çok ilginç bir yönetmen olduğunu gördüm. Kendine ait bir dünyası var bir kere. Özellikle bu filmde büyüleyici bir başka dünya yarattı. Hep merak ediyorum, nasıl geliyor o noktaya zihni bu adamın? ‘Kosmos’ta da biraz öyleydi ama bu filmdeki dünya daha da acayip. Önceki filmlerde sanki hep bir aile meselesi merkezde duruyordu. Bu filmde öyle değil; herkes bir başına, paramparça, yapayalnız. Ama çok heyecan verici, çok etkileyici bir film. İzleyicinin ne tepki vereceğini çok merak ediyorum.

  • Mesut karakteri ne kadar gerçekçi?

Mesut, başlangıçta biraz kötü bir babaydı. Onun neden o kadar kötü olduğunu hayal etmeye çalıştım, ona gerçeklik kazandırmak istedim. Çalışmalar sırasında iyi Türkçe konuşmaya özen gösterdiğimden, odaklanacak vaktim azaldı. Bir yandan tiyatro devam ediyordu. Bir çekime Ada’ya koşuyorum, sonra saat beşte tekrar deniz otobüsüne binip oyuna yetişiyorum...

Bu tempo içinde durup kendime hatırlatmam gerekiyordu: Neredeyim ben? Türkiye’de. Burası neresi? Büyükada. Ne yapıyorum? Mesut diye bir karakteri canlandırıyorum. Müthiş bir karmaşaydı, karakteri izlemeye doğru dürüst vaktim olmadı. Ama oyuncu olarak vazifem onun hikâyesini takip etmekti. Mesut belli ki rahat yaşamış bir adam, deniz kenarındaki ev, Binnur Kaya’nın canlandırdığı bir hizmetçisi var. Adaya kaçıp yeni bir dünya kurmaya karar vermiş. Demek ki karısından, çocuğundan bıkmış. Yaşadığı dostluklar çok hoşuma gitti. Hele Mesut’la doktorun etraflarında o kadar kadın varken birbirleriyle dans ettikleri sahneye bayıldım. Birlikte o kadar mutlular, rahatlar...

Reha’ya oturup sormadım ama bu hikâye belli ki bu yaşananlardan fazlasını anlatıyor. Elbette öyle babalar var, öyle hizmetçiler var, ama bundan ibaret değil hikâye. Bence bu filmi birden fazla kere izlemek lazım. Mesela filmde olması beklenen bir deprem var. Peki, bu deprem, gerçekten bir deprem mi?

  • Deprem değilse ne olabilir?

Ben o depremin içinde yaşadığımız toplumla ilgili başka bir şeyi sembolize ettiğini tahmin ediyorum. Bir şeyler olacak, hissediyoruz ama bu adamların adaya saklandıkları gibi biz de kendi dünyamıza saklanıyoruz. Bu filmin karakterleri rakıydı, mezeydi, kadınlardı, bir şeylerle uğraşarak gerçek sorunları unutmaya çalışan insanlardı. Biz de böyleyiz.

Özellikle filmde gördüğümüz şarkı söyleyen kadınlar Eski Yunan tragedya karakterleri gibi. Filmdeki kayıp annesinin ağıtı bir Yunan trajedisinden çıkmış gibi mesela. Kadınları şarkı söylemeye iten, acılarıdır. Neticede berbat bir toplumda yaşıyoruz, bu karakterlerin ortaya koyduğu şey bu bence.

Benim oynadığım karakterin, Reha’nın hayatından birisi olup olmadığını da merak ediyorum. Her zaman otobiyografik şeyler vardır ama bilemiyorum elbette.

  •  ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, bir yandan da, dini göndermelerle dolu, mistik bir film. Dini bir mesele gibi okunabilir sanki...

Ben tek tek dinlerle pek ilgilenmiyorum. Ruhu aramak çok güzel, çok önemli bir iş. Belki bizim yaşadığımız bu güzel topraklarda biraz daha fazla var, ama bütün dünyada buna çok ihtiyaç var. Artık durup düşünmeyi, yalnız yürümeyi, bir kiliseye, bir ormana girip sessizliği deneyimlememiz lazım. Ben hep arıyorum bunu, sık sık da yaşamaya çalışıyorum. Gerçek acıdır, acıtır. Her zaman yüzleşmek istediğimiz bir şey değildir. Böyle bir ‘gerçekten kaçış’ bu yüzden ortaya çıkar. Dinler de bilinmeyen bir güç tarafından yaratılmış değil bence; İsa da, Muhammed de zamanın mistik filozoflarıydı. Biri, “Hastalık getirecek şeylerden korunmak için beş kez yıkanın” diyor, İsa Peygamber de “Sana tokat atana diğer yanağını dön” diyor. Hep daha iyi yaşamayı sağlamak için verilen öğütler bunlar. Maalesef kötülük diye bir şey var. Bazen, Adem elmayı yemese nasıl bir dünya olurdu, merak ediyorum. Ama çok güzel bir coğrafyada yaşıyoruz; o kadar çok, birbirinden farklı kültürlerden sembollerle, miraslarla dolu ki... Daha onları filmlerimizde hikâye etmeye başlamadık. Medeniyet, bütün dinler hep bu topraklar üstünde doğmuş. Babil’e kadar giden bir tarih – Sümerler, Asurlar... Bütün bir Ortadoğu coğrafyası, bilimden kültüre her şeyin başkenti. Bugün bu durumda olması çok acı. Acaba nedir anlaşamadığımız nokta?


Gerçeküstü filmler çekmek moda oldu

Fatih Akın gibi, Nuri Bilge Ceylan gibi insanların gerçekten yaşayabilen filmler yaptıklarını görüyorum. Fatih’in şansı Avrupa’da olması galiba; dışarıdan bakarak, burada iyi-kötü, yaşanan ne varsa filmlerine dürüstçe aktarmış. Dünyanın hiçbir yerinde her şey günlük güneşlik değildir ki... Bir yönetmen olarak vazifen hayatın bütün zorluklarını ve zenginliklerini de gösteren filmler yapmaktır. Bunlar birbirinden farklı filmler olur. Ridley Scott yalnızca ‘Gladyatör’ gibi filmler yapmaz mesela. Ama bu aralar yaşam da çok umurumuzda değil sanki. Hep İncil’den gelen hikâyeler, gerçeküstü hikâyeler çekiliyor. Özellikle Amerikan dizileri hep öbür dünyadan, olmadı yeraltından hikâyeler anlatıyor. Moda oldu bu; artık kimse sosyal gerçeklikle ilgilenmiyor.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema