Zalim bir müstebite dair zamanlaması manidar bir romanın arka planı

Murat Cankara, Ermeni edebiyatında hiciv denilince Hagop Baronyan’dan sonra akla ilk gelen ve daha ziyade ‘Yoldaş Pançuni’siyle bilinen romancı, oyun yazarı, gazeteci Yervant Odyan’ın ‘Abdülhamid ve Sherlock Holmes’ romanı üzerine yazdı.

 

MURAT CANKARA

Bir dakika sonra bedbaht genç göğsü açılmış, meşum saniyenin vürûdunu [gelişini] bekliyordu. Necib cehennemî bir sükûtla mangalın içinde ateş kesilmiş bir demir parçası çıkarıp kol ve ayakları üzerinde birer cellat oturmuş olduğundan kımıldanamayacak bir hale gelmiş olan bedbaht gencin çıplak göğsüne bastı. Canhıraş bir feryat odayı titretti. İnsan vücudunun yanmasından hasıl olan bir koku ile bir duman odayı doldurdu.”

İşkence gören bir İttihatçı

Belki de Türkçe edebiyattaki ilk işkence temsilini okudunuz az önce. İşkenceci, Abdülhamid’in has adamlarından Necib Melhame Paşa; işkence gören, bir İttihatçı; satırların yazarı, Yervant Odyan (1869-1926). Ermeni edebiyatında hiciv denilince Hagop Baronyan’dan sonra akla ilk gelen ve daha ziyade ‘Yoldaş Pançuni’siyle bilinen romancı, oyun yazarı, gazeteci. 1896’da Ermenilere yönelik saldırılar nedeniyle İstanbul’dan kaçmak zorunda kalmış, ancak 1908’den sonra dönebilmiş, 1915’te Der Zor’a tehcir edilmiş ve mucize eseri hayatta kalmış, ömrünün önemli bir bölümünü sürgünde geçirmiş. Yukarıdaki satırlar, yazarın Osmanlıca kaleme aldığı ve 1911 yılında yayımlanan ‘Abdülhamid ve Sherlock Holmes’ romanından. Kevork Bardakjian’ın verdiği bilgiye bakılırsa Odyan “dönemi yansıtan tarihsel bir roman” yazdığı iddiasında. Bu romanı, Osmanlı’daki ‘devrimci hayat’ üzerine Ermenice yazmış olduğu ‘Saliha Hanım veya Ordu Müstebite Karşı’ (1912) başlıklı bir diğeri takip edecek. Romanın ne amaçla yazılmış olduğunu bir kenara bırakacağım. Tarihsel gerçekleri yansıtma iddiasına ise dokunmaycağım bile. Nasıl olsa tarihçiler çok yakında bu konuda eğlenceli tartışmalara gireceklerdir.        

‘Muntazam bir cemiyet’

‘Abdülhamid ve Sherlock Holmes’ klasik polisiye konvansiyonlarına uygun bir biçimde, yani bir dizi cinayetle açılıyor. Ancak kısa sürede bu cinayetlerin ‘muntazam bir cemiyet’ tarafından işlendiği anlaşılıyor. Zira öldürülenler Abdülhamid’in gizli hafiye teşkilatından. Bu noktadan itibaren Abdülhamid’le, onu devirerek memlekete meşrutiyeti ve hürriyeti yeniden getirmek için ant içmiş İttihat ve Terakki Cemiyeti arasındaki acımasız mücadelenin ayrıntılı hikâyesini okuyoruz. Polisiye romanlara düşkünlüğüyle tanınan sultan da hayran olduğu Sherlock Holmes’ü İstanbul’a davet ederek kendisine yönelik bu komployu çözmek üzere görevlendiriyor.

Odyan’ın çoğul bakış açısı kullanarak ve Jön Türklerin yanında yer alarak anlattığı bu hikâyenin kusursuz bir kurgusu olduğu söylenemez. Abdülhamid’e sadık paşalardan birinin nasıl alçak bir adam olduğunu göstermek amacıyla konudan uzun uzun sapılabiliyor mesela. Zaten kısa süre sonra cinayetleri kimin işlediğini de merak etmiyoruz, çünkü taraflar açıkça belli. Bununla birlikte Odyan gerilimi sağlamayı ve romanını okutmayı başarıyor; iyiyle kötünün bu kanlı savaşında, kendisini ‘vatanı kurtarmaya’ adamış bir grup devrimcinin (romanda ‘ihtilalci’, ‘komitacı’) her seferinde zalim iktidarın elinden kurtulup kurtulamayacağını ve nihayetinde amacına ulaşıp ulaşamayacağını merak ettiriyor.

Ötekinin dilini bilmek hayat kurtarır

Jön Türklerin sürekli kılıktan kılığa girdikleri bu amansız kovalamacada çokkültürlülük hikâyenin devinimini sağlıyor. Örneğin polis kontrolünden Arnavut köylüsü olarak kurtulduktan sonra zengin Fransız işadamı kılığında Mısır’a giden bir vapura biniyorsunuz; ötekinin dilini bilmenin, onun kıyafetine bürünmenin hayatınızı kurtardığı bir dünya bu. Ayrıca sırf dönemin teknolojisine (telgraf, balon vb.) ya da gündelik yaşama dair ayrıntılar için bile zevkle okunabilir Odyan’ın romanı. Bir yandan tarihsel olayları takip ediyorsunuz (örneğin Abdülhamid’e bombalı suikast girişimi), öte yandan da bir kurgunun içinde yer alıyor ve suikast ânını kurgusal karakterlerin gözünden izliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında Türkçe edebiyattaki ilk ‘palimpsest’ örneklerinden biriyle karşı karşıyayız.

Şüphesiz, ‘Abdülhamid ve Sherlock Holmes’ 1908 sonrasında ortaya çıkan ve Abdülhamid’in canavarlaştırıldığı literatürün renkli bir örneği olarak okunabilir. Klasik polisiyenin örnekleriyle karşılaştırılıp, çok başarılı olmadığının ama tarihsel bir öneme sahip olduğunun altı çizilerek rafa da kaldırılabilir. Öte yandan ben romanı geçtiğimiz günlerde Ohannes Kılıçdağı’yla Agos için yapılan röportajdan ilhamla okumak istiyorum. Kılıçdağı doktora tezinde “1908-1912 yılları arasındaki dönemde, Osmanlı’da gerçekleşen siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelerin Ermeni toplumuna yansımalarının izini” sürüyor ve bunu da “Ermenilerin o dönemdeki sübjektivitesini yakalayarak” yapmaya çalışıyor. Roman tam da bu dönemde yayımlanmış ve son derece çarpıcı bir biçimde, dilin birkaç onyıl içinde tanınmayacak kadar değiştiği bir ülkenin siyasi imgeleminin, korkularının, umutlarının yüz yılı aşkın süredir nasıl hiç değişmeden kaldığını, kuşaktan kuşağa aktarıldığını gösteriyor: ‘Abdülhamid ve Sherlock Holmes’, Türkiye’nin nasıl bir ikiliğe/ikiliklere kilitlendiğinin mükemmel bir resmi. Peki ne demek istiyorum?

Bir lider düşünün ki…

Kendisine karşı boyutlarını tam olarak kestiremediği bir muhalefetin örgütlendiğini fark eden bir lider düşünün; çevresindeki kimseye güvenmeyen, bu nedenle bir ikisi hariç yanındakilerin görevlerini ve görev yerlerini sürekli değiştiren, mabeyncisini tokatlayan, gittikçe yalnızlaşan, korkan, korktukça zalimleşen, zalimleştikçe artık geri dönemeyeceğini anlayıp daha da zalimleşen, her şeyin ardında yabancı devletlerin parmağı olduğunu düşünen, halkın ya da ordunun bir kısmını diğerine karşı ‘bunlar gâvur’ ya da ‘kadınların başını açacaklar’ diyerek kışkırtan ve bu yolla tahtını korumaya çalışan, iktidarı kendinde toplamış ve bu nedenle de her şeyi şahsî alan bir lider. Kendisine muhalefet edenleri ‘şarlatanlar’ diyerek aşağılayan ve arkalarında halk desteği olmadığını iddia ederek sindirmeye çalışan ama onlardan bir o kadar da korkan bu lider, kendisinden ne istendiğini bir türlü anlayamıyor (‘Ne istediler de vermedim?’) ve çareyi ülkesini bir polis cennetine çevirmekte buluyor. Sokaklarında, vapurlarında, kahvelerinde hafiyelerin kaynaştığı, ihtilalcilerle hafiyelerin birbirlerinden ölesiye nefret ettikleri, hukukun iflas ettiği, okulların fesat yuvası olarak görüldüğü bu ülkede muhalif öğrenciler bir bir ortadan kayboluyorlar; gazeteler hangi konuda nasıl haber yapacaklarına dair saraydan talimat alıyorlar.

Saliha Hanım ve bir Ermeni balıkçı

İşte böyle bir ortamda, eşini ve iki çocuğunu iktidara kurban veren Saliha Hanım etrafında ve bir Ermeni balıkçının kulübesinde örgütleniyor muhalefet. Ermeniler, Arnavutlar, Türkler, Rumlar, İngilizler, Fransızlar ve başkaları (ama Yahudiler değil!) birlikte mücadele ediyorlar hürriyet için. Kısa sürede şiddet, karşı şiddeti doğuruyor. Yakalanan hafiyeler hemen oracıkta, örneğin kör bir kalemtraşla gözleri oyulmak suretiyle ya da kafalarına üç kurşun sıkılarak infaz ediliveriyorlar. Bir süre sonra tek amaç Abdülhamid’i ortadan kaldırmak oluyor; Abdülhamid de ‘meşrutiyeti, meşrutiyeti isteyenlersiz ilan etmek’ istiyor. Her iki taraf da birbirini vatan haini olmakla suçluyor ve her ikisi için de millet —ister komitacılara inandığı isterse istibdada boyun eğdiği için olsun— cahil. Karşılıklı dinlemeler, ikili oynamalar, komitacıların tarafına geçerek emir dinlemeyen memurlar ve zabitler, ‘dinsiz’ komitacılara karşı hükümeti destekleyeceklerini beyan eden ‘sivil’ gruplar derken meşrutiyet yeniden yürürlüğe konmak zorunda kalıyor. Meşrutiyetin ilanından sonra Selanik rıhtımında iki şey dikkat çekici: İnsanların neşe içinde birbirlerini ‘vatandaş’ diyerek selamlamaları ve ortalıkta hiç polisin kalmamış olması.

Yervant Odyan 1908’in hemen akabinde böyle bir Abdülhamid, istibdad ve Jön Türk muhalefeti resmediyor. Aslına bakılırsa, Jön Türk muhalefeti üzerinden biraz da 1890’larda Ermeni entelektüeller ve devrimciler üzerinde kurulan baskıyı anlatıyor. (Sadece Odyan’ın mektuplaşmalarını okumak bile romandaki ruh halinin nasıl bir temele dayandığını anlamak için yeterli.) Müslümanların ağzından onlara ne kadar zulüm edildiğini anlatıyor ve istibdada karşı el birliğiyle girişilen mücadelenin altını çiziyor.

Dehşete kapılacaksınız

Türkçede (neden) bir polisiye roman geleneğinin olup olmadığı hem çok tartışmalı hem de klişeleri art arda sıralamaya çok müsait bir konu. Şunu da demeyeceğim: Üçüncü dünya polisiyesi zorunlu olarak siyasidir. Ama benim yaşadığım topraklarda işlenecek bir cinayet varsa onun genellikle devlet tarafından, devlet adına, devlet desteğiyle ya da devlete karşı işlendiği de açık. Öyle ki, Sherlock Holmes bile, Abdülhamid’in davetiyle polisiye vakaları çözmek üzere geldiğini sandığı İstanbul’da Türkiye’nin meşum ikiliğiyle tanışınca aptallaşıyor ve hızla ortamdan uzaklaşıyor. Bu ülkenin son on yılıyla Abdülhamid dönemi arasındaki benzerliklere dikkat çekmek de yeni ve parlak bir buluş sayılmaz. Fakat ‘Abdülhamid ve Sherlock Holmes’, bu devletin has evlatlarının her fırsatta Gezi direnişçilerine “hepiniz Ermeni’siniz” demesinin tarihsel ve yapısal nedenlerini anlamak için birebir. Romanı okuyunca bir dilin nasıl bu kadar değişerek aynı kaldığını görüp dehşete kapılacaksınız.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ