83 yaşında Büyükada âşığı bir hayat heveskârı: Viktor Albukrek

Sizi bu nev-i şahsına münhasır Büyükada beyefendisiyle tanıştırmamıza izin verin. Çocukluğundan bugüne ayağı Büyükada’nın toprağına basmış olan Albukrek 5 yaşından beri kendi oyuncaklarını yapıyor, 17 yaşında ilk sandalını yapıp onu yıllarca kullanan bir deniz sevdalısı ve 82 yaşındayken anılarını bir kitaba dönüştüren ‘çiçeği burnunda’ bir yazar.

Viktor Albukrek ve 10 yaşında yaptığı gemi. Fotoğraf: BERGE ARABIAN
GOZDE KAZAZ
gozdekazaz@agos.com.tr

Viktor Albukrek’i, Nedim Hazar’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Bir Müzisyenin Gözünden: Bizim Adalar’ belgeseli vasıtasıyla tanıdım. Prens adalarının özgün şahsiyetlerini bir bir ekranın karşısına geçirmiş, bir de üstüne adalı müzisyenlerin rebetikodan klasik müziğe, rocktan Anadolu türkülerine uzanan repertuvarını araya serpiştirmiş olan Nedim Hazar’ın layıkıyla yapılmış bu çalışmasından bahsetmek için ayrı bir sayfa gerekir; fakat bu belgeselde, izleyiciye ‘insan makinesinin’ toprağa olan gereksinimini aşkla anlatan, kendi kitabından bölümler okuyan Viktor Albukrek’in ismi bir yere not edilmişti bile. Gözleri halen parlayan bu 83 yaşındaki beyefendiyle buluştuğumda aklımda sadece oyuncak ve tamirat sevgisini konuşmak vardı, fakat Albukrek’in iç içe geçmiş birçok hevesini tanıyınca, onlardan bahsetmemek de mümkün olmadı. Söyleşi için yol haritamız da 2013 yılında çıkmış Albukrek imzalı ‘Bir Zamanlar Büyükada: 1931-1961 anıları’ kitabı oldu.

2013 yılında Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya’nın, Adalar Müzesi arşivine konmak üzere Viktor Albukrek’ten, kendisinin Büyükada’yla ilişkisini vurgulayan 240 kelimelik bir yazı istemesiyle başlamış kitap hikâyesi. Ve elbette 240 kelimeye sığdıramamış yaşadıklarını Albukrek: “Adada ne yaptın? Doğdum, sandal yaptım, şimdi de yaşıyorum. Bitti. 240 kelimeye ne koyabilirsin başka? Saat on bir buçukta gönderdim yazıyı, gece üçe kadar odamda oturdum. 80 yaşındaydım, tüm hayatım fotoğraf gibi gözlerimin önünden geçti. Hiç kimsenin ismini not tutmamıştım, ama hepsi aklımda canlandı. Rahmetli babam derdi ki, ‘insan gençken mürekkep yazdıklarında çok kuvvetli iz bırakır. Yaşlanınca mürekkep bulanır, iz kalmaz’ Ben de emekli olup işten çekilince çocukluğumu ve gençliğimi, hepsini hatırladım işte.”

Albuquerque kasabasından Ankara’ya

23 Mart 1931’de İstanbul’da doğan Albukrek’in soyadı Hindistan’ı keşfeden Portekizli denizci Alphonso Alburquerque’den geliyor. İspanya’nın Portekiz sınırına yakında Badajoz şehrinin kuzeyinde bulunan ve kaşifin ailesinin toprakları olan Albuquerque kasabasından 1500’lü yılarda Ankara’ya gelmiş bir ailenin oğlu Marko Ovadya Albukrek, Haydarpaşalı Moiz Aseo’nun tek çocuğu olan Rejin Reyina’yla evlenince, Viktor Albukrek’in doğması için gerekli koşullar sağlanmış oldu. Çocukluğu boyunca ‘bal kabağı’, ‘sariko’,’ruvyo malo’ (kızıl saçlı kötü adam) gibi birçok lakapla onurlandırılmasının müsebbibi de; ‘çok kişiyle arkadaş ol, tek bir arkadaşın olmasın; çünkü o tek arkadaş gibi düşünmeye kapılırsın, ufkun daralır’ gibi gerçekçi öğütlerle büyümesine neden olan da işte bu aile.

Hatıralarında Ada’nın hikâyesiyle kendi geçmişini aynı potada eriten Albukrek, bu açıdan sivil tarih çalışmaları için de önemli veriler sunuyor. Kitapta anıların neden 1961’de kesildiği sorusunun yanıtı ise azınlıkların sürgünleriyle gittikçe eksilen Büyükada çeşitliliğinde gizli:

“Benim doğduğum 1931 yılında Türkiye nüfusunun 20’de birine tekabül eden 750 bin azınlık vatandaşı vardı. 1934 Trakya Olayları, 1940 Salvador teknesinin batması, 1941 Yirmi Kura Askerliği, 1941 Struma Gemi faciası, 1942 Varlık vergisi  6-7 Eylül Olayları ve Kıbrıs meselesi gibi sebeplerden zaten 375 bine düşmüştü nüfus. Rumları, Yahudileri, Ermenileri yavaş yavaş soğutarak onların hicret etmelerine göz yuman siyasi olaylarla adanın yaşam şekli de değişti.  Kozmopolit hayatın vermiş olduğu yaşam serbestliği yok oldu. Mesela şaka olarak yaptığımız bir cümle içerisinde birkaç dilin konuşulması olayı burada normaldi. Rumca konuşmak, İspanyolca konuşmak tabii idi. ‘Türkçe konuş ve konuştur’ dövizinin ne derece kadar Türkçenin ilerlemesine yardım ettiğini, yahut genel kültürün ilerlemesine yardım ettiğini ben münakaşa etmiyorum. Bunu dilbilimciler, sosyologlar düşünsün. Fakat yabancı dile karşı bir soğutma, Müslüman olmayanlara karşı bir soğutma gibi algılandı.”


Kitaptan: “Ela poraki, isi il fe serin sin sol!”

“Sokakta, vapurda, evlerin açık pencelerinden dışarıya cömertçe yayılan bir düzineye yakın değişik lisan duyulurdu.(..) Karşılıklı görüşmelerde Türkçe sorulan bir sual Fransızca, Ermenice, Rumca, İtalyanca veya Judeo Espanyol (Yahudi İspanyolcası) olarak cevaplandırıldığında, değişik bir lisanda tercümanlık yapmaya yeltenen hanımlar lafa karışırdı. Daha da komik bir lisan ise aynı cümlenin içine değişik lisandaki kelimeleri yan yana koyarak derdini anlatmak isteyenlerin lisanıydı. Biz çocuklar, bu tür konuşanları alaya almak için kasten yanına sokulur ve “Esterika Hanum, ela poraki, isi il fe serin sin sol” cümlesini duyacakları kadar yüksek sesle söyledikten sonra, çimdiği yemeden süratle yanlarından kaçardık. (Türkçe, Yunanca, Judeo Espanyol, Fransızca, tekrar Türkçe kelimelerden oluşmuş bir cümle. Manası: Ester Hanım, buradan gel, burası serin ve güneşsizdir.”


Albükrek’in adalarının artık ‘nostalji’ olmasının bir nedeni azınlıkların gitgide eriyen varlığıysa diğeri de Ada’nın sayfiye havasının artık yok olması ona göre: “Büyükada bir İstanbul kasabasına dönüştü. Burası yalnız dinlenme, sayfiye yeri değil aynı zamanda iskanın az, buna mukabil ziraatın fazla olduğu; çiçek, böcek, tabiat sevgisi dolu bir yerdi. Bugün adaya gelince şehirden çıkmıyoruz ki. Dolayısıyla fark belli. Biz o zaman sayfiyeye geliyorduk, şimdi bir kasabadan bir kasabaya geliyoruz.”

Beton binaların hüküm sürdüğü, deniz manzarasının ilanlarla kapatıldığı bu yerde seslerin bile değiştiğini şöyle aktarıyor: “Şimdi kalkıp da belediyeyi şikayet etmek istemiyorum ama gece yarılarına kadar çöp kamyonları geçiyor, 15 tonluk kamyonlar... Geri vites yaptıklarında ‘küt küt’ diye bir ses çıkarıyor, herkesi uyandırıyor. Ta uzaktaki çöp seslerini duyuyoruz; eskiden horoz, tavuk seslerini, eşek anırmalarını duyuyorduk. Ayrıca 15-20 tane araba var iskelede, karakolun etrafında. Bir de yeşil renkte bir cenaze arabası koyuyorlar iskelenin önüne, yani vapurdan çıkınca ölümü tadalım diye. Üzerinde de bir tabut var kapağı, ters çevrilmiş yarım açık, yani hazır, ‘buyurun gelin girin içeri’ der gibi. Doğalgazın gelmesi de adayı iyice bitirdi. Burasını şehre çevirmek için teşvik oldu. İstanbul taşıyor. Nereye taşıyor? Bu kitap yazıldıktan sonra daha rezil işler oldu. Karşıda Maltepe sahilleri, Avrupa Yenikapı sahilleri toprakla dolduruldu. Öyle saçma şey olur mu? Tabiatın vermiş olduğu o mükemmel siluet… Sen nasıl üzerine toprak dökerek değiştirirsin? Zaten tabiat yukarıda, Allah yukarıda, bir deprem olursa bu suni şeylerin hepsi denize gider. Biz normal muvazeneyi bozduk, İstanbul’da bozduk. Binaların mevcudiyeti bence fiziksel bir müdahalede bulunuyor ve bir oranda alışılagelmiş mevsimleri, alışılagelmiş çiçek döküm açma zamanlarını da bozuyor. Bir bitkinin cinsel arzusu bir kedinin cinsel arzusuyla aynı şeydir. Mart ayı oldu mu hayvanlar nasıl sevişiyorsa çiçekler de sevişmek ister. O sırada bir don, bir yağmur gelirse, yeni çıkmış olan küçük çiçekçikler toz olup yok olursa denge bozulur.”

“Yazı yazmak da bir nevi oyuncak yapmaktır”
 

Viktor Albukrek, kendisinden küçük iki kardeşiyle bütün oyuncaklarını kendi imal etti. Oyuncak dediğimize bakmayın, 10 yaşında yaptığı yaklaşık 1 metrelik gemi gibi, çelik ve tahta karışımından imal edilmiş birebir gemi maketlerinin de dahil olduğu birçok nesneden bahsediyoruz. 2000’li yılların başında üç kardeşin koleksiyonu bir aile dostlarının işyerinde sergilendi. 

Albukrek, yaratma hevesinin nereden geldiğini şöyle anlatıyor: “İkinci Dünya Harbi zamanında çocuktuk. Her şey saklanıyor tabii. Oynamak için bu hurdalardan oyuncak yapmaya başladık. İpliklerden, tahtalardan, çöplüklerden, tenekelerden falan… Bu oyuncak yapma merakı bende yıllarca devam etmesine rağmen hazır oyuncaklara hiçbir zaman alaka duymadım. Uçurtmayı da, çemberi de, her şeyi ben kendim yapıyordum. İnsanın eğlenmesi için, hoş vakit geçirmesi için gereken oyuncakları yaptıktan sonra, hayat boyu her şeyi kendisi imal etmek ister. Bu benim için çok önemli bir hayat felsefesi oldu.”

Söylediğine göre, geçmişin oyuncak hevesinin yerini bugün kelimeler almış; “ Bir cümleyi kurarken, aradığım kelimeyi bulduğumda yerine oturan haz, müthiş bir zevk. Bozulan bir şeyi tamir etmek, dediğim gibi, cümle içindeki aradığım kelimeyi bulup tam yerine oturtmak.. Yazı yazmak da bir nevi oyuncak yapmaktır; çünkü sen eğleniyorsun aslında, bunu herkesin okuyacağını bilmiyorsun.”

Ve bunu anlatırken devreye yanında duran bilgisayar giriyor, DVD oynatıcı bozuk olduğu için bilgisayarın içini açıp bakmış Albukrek ve yaratıcılığı öldürdüğüne karar kılmış: “Gençler görüyorum sokaklarda, vapurda; bu makineyle oynuyor. Bunun içinde ne var? Buyurun, açtım baktım, merak ettim ne var içinde. Bunun hünerini bugünkü çocuk bilmiyor. Hazır kabul ediyor. Sebebini aramıyor. Birinci Dünya Harbi’nde kullanılan silahlar çekiç tornavidayla tamir edilirdi. İkinci Cihan Harbi’nde İngiliz anahtarıyla tamir edilirdi. Şimdi yapılanlar tamir edilmiyor; çöpe atıyorsun yenisi alınıyor. Hiçbir beyin çalışması yapmadan başkasının yaptığını kabul ediyor artık insan. Yaratıcılık yok.”


Viktor Albukrek, el emeği göz nuru sandalıyla.

Hayat veren bir sandalcık

Albukrek’in en ala ‘oyuncağı’, şüphesiz 1948 yaz mevsiminde, 17 yaşındayken yaptığı, 3 metre boyunda, 120 metre enindeki sandal. 18 yıl boyunca kullanılan bu tekne, bir gece sarhoş bir kaptanın motorlusu tarafından ortadan ikiye ayrılmış. “Haberi alınca sahile gittim, aldım sandalı. Şimdi ağlar mısın ne yaparsın? Sandal tam ortasından ‘krak’ diye ayrılmış. Aldım testereyi, burnunu kestim ve bar yapmak niyetiyle senelerce sakladım. Sonra yeni bir sandal yaptırınca aldım bu burnu, denizin ortasına gittim. Denize attım. Vedalaştım sandalla. Fakat bana çok hayat verdi bu küçük sandal. Eşim Nimet’i de onunla tavlamıştım.”


Tüm objelerin bir ruhu vardır

Oyuncak koleksiyonundan küçük bir seçki.

80’i devirmiş bir yaşamda hangi nesnelere değer insan? Kaç koltuğa oturup, kaç evde yaşar; kaç kaptan yemek yer? Viktor Albukrek’e sorsanız size aşağı yukarı sayıyı verebilir belki; çünkü kendisi iflah olmaz bir ‘saklama tutkunu’. Özellikle tüm mekanik eşyalarını saklıyor. Muhabbet sırasında yanımızda bulunan eşi Nimet Hanım’ın bakışlarından bu merakı pek onaylamadığı anlaşılsa da, Albukrekler’in evlerinin alt katındaki daire bu eşyalara ayrılmış durumda. Hatta zamanında bu daire müzeye dönüşmüş; “Bir müze yaptık ki şahane. Birinci sene dört yüz kişi, ikinci sene iki yüz kişi, üçüncü sene yüz kişi, dördüncü sene elli kişi. Sonra yirmi beşe inince kapadım, hepsini kutulara koydum. Neler neler duruyor kutularda; maşrapalar, emaye mutfak eşyası, bakırlar, kıyma makinesi, değirmenler…” Viktor Bey’in bu uğraşı, aslında hepimizin aklından arada sırada geçen çok naif ve bir yandan da çok somut bir fikirden geliyor, Kendisinin müzenin açılışında yaptığı konuşmadan aktaralım:

“Eski mekanik eşyalara
Verdiğim sevgi ve aşkımdan
Yakınır hep yakınlarım

Kullanılmış asırlık bir edevata
Sıcak bir bakışla yaklaştığımda
ona hayat verdiğimi
Hep hayal etmişimdir

Cim, Kaol, gazla okşanmaktan
Son derece hoşlanan
Bütün bu objelerin,
Ruh sahibi olduklarına
‘Delice bir düş’ olsa da
inananlardanım”

“Bu inanışın bende bir delilik olduğunu sanıyordum fakat sonra baktım ki çok kişide bu var“ diyor Alburek, “Büyükbabamın adadaki evini satın alan adam bana çok yakınlık gösterirdi, hem evi hem sahibini gördükçe büyükbabamın ruhu beni selamlıyor gibi gelirdi. Ruh var yok, o ayrı bir şey. Ama insan bir yerde düşünüyor; sanki o eşyadan gelen akım henüz sönmedi.”


Torunlar yolda!

Viktor ve Nimet Albukrek

Viktor Albukrek’in buraya kadar okuduğunuz hevesleri, aktardığı kadarıyla kendisi için        mutlu yaşamın sırrı haline gelmiş. Mutluluğun ‘heves üretme sürecinde’ gizli olduğunu söyleyen Albukrek’in bu konuyla ilgili ‘Heves Zincirim’ isimli bi şiire de var: “Ve NUR derki bana: Yaz! Çiz! Onar! Düşün! / Gün doğar bir dost sorar: “Yok mu başka işin?/ Gez, yat, kart oyna, Ti-Vi seyret, kardeşim!”/ Bu öğüdü verene, acırım ben, için için.”

Peki, 83 yaşının hevesleri nedir? Heyecanla kolumdan tutup bahçeye indiriyor ve gururla gösteriyor: “Son hevesim bahçeye mozaik taşı dizmek  ve kaplumbağalarım. Torunları bekliyoruz. İnternete baktım, 30-40 güne yumurtalar patlar diyor. 30 gün oldu haber yok. Sabah akşam bakıyorum, hiçbir şey yok.” Bir de ‘tazecik hevesim’ dediği taşları: “Bunlar Anadolu’dan toplamış olduğum taşlar. Hepsinin bir hikayesi, bir yöresi var. Baktığım zaman bayılıyorum. Tabiat nasıl yarattı bu kadar güzel taşları? “ Ve ardından yeni nesle yine küçük taşlar atılıyor: “Aşağıda komşular var, çok cici çocuklar. Gelsinler bahçeye biraz çiçek baksınlar. Çiçek nedir, kaplumbağa nedir? Hiç merak etmiyorlar yahu. Bir çiçek, bir kaplumbağa, bir domates nasıl çıkar, merak yok.”

Yaş almakla büyük oluyor mu insan, buna da Viktor Bey karar versin: “Her yaş alan büyümüyor. Benim için hala çocuk kalmış bir geri zekalı diyebilirler. Ama ne mutlu ki hala çocuk gibiyim. Kim kalkar da 83 yaşında mozaik döşer Allah Aşkına? Nimet’e sorarsan ‘sen delisin’ diyebilir; ama başkasına sorarsan bravo da diyebilir.”

Kitaptan: Büyükada’nın beş kokusu

Kitaptan : “İskele meydanındaki saat kulesinden vapura bininceye kadar olan kısacık yolun inişinde, birbirinden çok farklı beş belirgin kokuyu içime çekerdim. Birinci lezzet, dünyanın neresinde olursam olayım, burnuma geldiğinde sevgili Ada’mızı anımsatan atlarımızın özel dışkılarının nostaljik keskin kokusuydu. Hemen arkasındaysa fırıncı Mihail Usta’nın devamlı açık tuttuğu dükkan kapısından yayılan poğaça börek kokusu hakimdi. Az son yokuşu inerken, Bahçıvan Kosoro’nun ‘mis kokulu yasemin’ veya ‘Ada’nın mimozası’ çığlıklarıyla sattığı çiçeklerin nefis bahar kokusu etrafı şenlendirirdi. Gişelere varmadan önce ise, kitapçı Ksidas’ın dükkanının önünde gazete satıcısının yerlere serdiği taze neşriyattan yayılan keskin gaz-mazot karışımı matbaa kokusu hissedilirdi. Son olarak da, iskeleden vapura doğru yürüdüğümüzde sabahın serin esintisiyle Marmaramızın sularından gelen ve sevgili Adamızın denizine has, insanı sevkten sarhoş eden, taze yosunlardan yayılan iyot kokusu hakimdi. “

Kitaptan: Surp Asdvadzadzin’de bir salkım üzüm

 “Evimizin karşısında, 1858 yılında Aziz Meryem Ana adıyla inşa edilmiş, çatısının üzerinde kırmızı tuğladan çift kemerli heybetli bir çan kulesi bulunan meşhur Ermeni Katolik Kilisesi bulunur. Surp Asdvadzadzin diye anılan bu kilisede, her yılın 15 Ağustosuna yakın ilk Pazar günü, dillere destan renkli ve şen bir dini tören düzenlenir. Katolik Ermenilerin bu özel dini günlerine çocukluğumdan beri biz de ailece, bayramlık elbiselerimizi giyerek katılır, şahane koronun müziğiyle şenlendirilen ilahilere eşlik eder, tören sonunda dağıtılan bir salkım üzümle evlerimize döneriz.”