BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Kaplumbağa Paris’teydi

 

Beni tanıyanlar inanmayacak ama geçen hafta Paris’teydim. Doğrusu ben de inanamıyorum, kedi karakterli bir kaplumbağa olarak kabuğumdan çıkıp çıkıp böyle zırt pırt bir yerlere gittiğime. Biliyorum, her hafta başka bir ülkenin başka bir şehrinde olan, gidip gelmelere alışık bir dolu insan var etrafta. Garip gelir onlara benim bu kabukluluk durumum. Ama böyle, garip işte, bu kadar meraklı, araştırmaya ve gözleme yatkın olup da “Evim evim, güzel evim” halinde olmak.

Biz, Feriköy Merametciyan Okulu’nun eski öğrencileri, çocukken yani bin yıl önce (yıl hesabını sevmem bilirsiniz) birbirinden istemeden ayrılan arkadaşlar, dünyanın birkaç farklı ülkesinden toplanarak, Paris’te bir araya geldik. Müthiş bir karşılaşmaydı tabii, birbirlerini çocuk olarak tanıyan dostların, yaşlı başlı insanlar olarak buluşmaları. Ama ben onu anlatmayacağım. Düş gücünüzle tahmin edin. Hem o başka bir yazının konusu. Ben bu yazıda Paris izlenimlerimi anlatacağım. Ayrıca istediğim kadar çekiştirme lüksünü yaşamak istiyorum. Nasılsa söz konusu şehir Ermenistan’da değil ki gocunanlar olsun.

Bir kere şehir, özellikle şehir merkezi harika. Her bir bina tek başına bir sanat eseri sanki ve hiçbiri diğerinin güzelliğini etkilemiyor. O oymalar, balkon demirleri, damlar, kubbeler, pencereler, vitraylar, cihannümalar, hatta bacalar anlatılacak gibi değil. Hele köşe binaları, biblo gibi... Gökdelenler yok. Yükseklikler eşit. Tüm şehir kuşbakışı, dilimlenmiş koca bir pasta gibi. Üzerine yer yer, krem şanti ya da çikolata sıkılmış, çilekler, kirazlar konmuş. Ne olduklarına bakmadan, bir dolu bina fotoğrafı çektim. Baksam da aklımda kalmazdı zaten. Öyle bir şehir birkaç günde bellenir mi? Haftalarca ders gibi öğrenmek ister.

Caddeler, sokaklar geniş geniş. “Ve de pırıl pırıl” demek isterdim ama ne yazık son derece pis. Trafik desen, İstanbul trafiği solda sıfır kalır. Her an düğüm halinde, kural yok, kaide yok. Kırmızı mı yanmış, yeşil mi yanmış, önemli değil, herkes kafasına göre takılıyor. O ünlü metroları adeta mezbelelik. Yağmur yağdı mı her tarafından sular akıyor ve de kötü kokuyor. Valla bizim metrolarımız fark atar. Diyeceksiniz ki, o çok eski. İyi, bu o kadar bakımsız olmasını gerektirir mi? Ayrıca “Gece sakın metroya binmeyin” diye sıkı sıkı tembihlendik. Sapıklar kol geziyor. Bir de her gittiğimiz yerde “Aman çantanıza dikkat edin” uyarısı epey şaşırttı beni. Otelde bile, ikide bir, bir görevli yanımıza gelip “Çantanızı ortada bırakmayın” diyordu.

Halk, her babadan bir çocuk gibi. Yetmiş iki buçuk millet orada. Bütün sıradan işlerde kara derili insanlar çalışıyor. Hem o kadar çoklar ki, böyle giderse bence yakında beyaz renkli insan kalmayacak. Fransızlara gelince; son derece kaba ve terbiyesizler. Sıkıysan birine bir şey sor. Bi dövmesi eksik. Adres falan demiyorum, “Sağa mı dönmeliyim, sola mı?” gibi küçücük bir soru diyorum. Biz olsak, “Şuradan dümdüz git, üç sokak sonra sola dön, köşede şu var, onun yanından şuraya sap, sonra bilmem nereyi bul” şeklinde tarif eder, anlamazsa kolundan tutup gideceği yere kadar götürürüz.

Neyse, daha fazla çekiştirmeyeyim, hatırladıkça sinirleniyorum zaten. Ben genel anlamda en çok kahvaltılardan yakındım. Jambon, gravyer, kek, kruasan yemekten, kesin kolesterolüm yükselmiştir. Beyaz peynirden falan geçtim, domates yok, zeytin yok. Ay, bir de Türk kahvesi... Bütün bunlar yine de tahammül edilebilir şeyler ama en önemlisi su. Bir yerde “Su istiyorum” dedin mi yüzüne uzaylı görmüş gibi bakıyorlar. Kuruduk valla.

Seine nehri güzel. Ama boz bulanık, ve pis kokuyor. Zaten sokaklar da kanalizasyon kokuyor. Eiffel çok etkileyici. Hele ışıklandırması muhteşem. Ama ille de çıkacağım dersen yandın. En az iki saat kuyrukta beklemek zorundasın. İkide bir bomba ihbarıyla kapatılması da cabası.

En büyük keyfi Musée d’Orsay’da yaptım. Bütün empresyonistler orada. Ayaklarıma kara sular indi ama değdi. Gerçi bitiremedim ama en önemli eserleri gördüm. Böyle yerlere bir kere gitmek yetmez. Louvre ise hepten imkânsızdı. Öyle büyük ki, en az bir ay ister. Biz kısacık zamanda yine de epey yer gördük. Ama en çok etkileyen neydi deseler, tek bir cevabım olur: Notre Dame. İnsanı yere çalacak kadar muuhteşeemm! Tarifi mümkün değil. Hâlâ düşündükçe gözlerim yaşarıyor.

Şimdi olayı özetliyorum: Paris’i çok sevdim. İnsanlarından nefret ettim. Bir daha gitmek ister miyim? Sevimsizliklerine rağmen, evet.