ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Diyanet Sünnilere de zarar

Son dönemlerde, Anayasa bağlamında birkaç kez, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işlevi ve varlığının ne anlama geldiğine ilişkin tartışmalarda bulundum. Bu da beni, mesele üzerine biraz daha düşünmeye sevk etti. Okuyorum, dinliyorum, anlamaya çalışıyorum… Ama bu süreç, Müslümanların aslında Diyanet’e ihtiyaç duymamaları gerektiği, Diyanet’in varlığının Sünnilere, pek çoğunun farkında olmadıkları büyük zararları olduğu inancımı pekiştirdi.

(Başlarken, “Sen Hıristiyan değil misin? Sana ne Diyanet’ten!” diyeceklerden biraz susmalarını rica edeceğim. Çünkü tartışma, İslam ilahiyatına değil, devletin yapısına ve demokrasiye ilişkin. Bu konularda da, hepimizin söz hakkı var.)

Diyanet’e ilişkin söylenmesi gereken ilk şey, bu kurumun, özelliklere Alevi inancına sahip geniş bir kitle üzerinde büyük bir adaletsizlik mekanizması olduğudur. 2x2=4 kadar kesin olan bu gerçek üzerinde durmayacağım. Bu adaletsizliğin giderilmesinin yolu, ya Diyanet’in lağvedilmesi, ya da farklı inanç gruplarını içerecek şekilde yeniden yapılanmasıdır ki, ben daha özgürlükçü bulduğun ilk seçeneğin tarafındayım. Ancak, tüm değişkenler arasından optimum bir çözüm bulunması gerekirse, ikinci tercih de uygulanabilir şüphesiz. Diyanet’in bugünkü yapısıyla varlığını sürdürmesi, Alevilere karşı var olan adaletsizliğin sürmesi demek olur. Bu da, hiçbir demokratik toplum için taşınması makul olmayacak bir yükle yola devam etmek anlamına gelir. O yükün üzerinde ise “Alevi=2. Sınıf vatandaş” yazmaktadır.

Ancak, Sünnilerin diğer dini gruplara karşı hâkimiyetini temin eden bir adaletsizlik mekanizması olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Sünniler açısından da göz ardı edilemeyecek sorunların kaynağıdır. Sünnilerin pek çoğunun bunun farkına varmayıp, kurumu savunmaları ise, gardiyanına âşık olanların rahatsızlığı olan Stockholm Sendromu’nu getiriyor akla.

Diyanet, Alevilere karşı adaletsizlik üreten bir kurum olmasının dışında, Kemalist jakoben laiklik anlayışının kalesi olan bir kurumdur. Devasa bütçesi ve on binlerce kişilik kadrosuyla Sünnilerin hâkimiyeti pekiştirerek onlara bir tür rüşvet verir, ancak ideolojisiyle, bir devlet dini yaratır. ‘Devlet dini’yle kast edilen ise, Sünniliği kontrol altında tutmak, insanların dini sadece devletin istediği gibi yaşamasını, diğer inançların ise mümkünse yok olmasını sağlamaktır.

Diyanet, İslamın ve Sünniliğin farklı okumalarını dışlar, onları gayrımeşru kılar, dini farklı yaşayış şekillerini toplum dışına itekler, içerisindeki bin bir renk ve tonun üzerini katı bir şekilde örterek, dini tektipleştirir; din kültürünü olanca zenginliğinden arındırarak onu tekdüzeleştirir. Diyanet, tıpkı militarizmin, yaşamımızın her alanını etkilemesine benzer üniformalı bir din yaratır.

Neden ihtiyaç duyuluyor?

Katıldığım sohbet ve tartışma etkinliklerinde, aşağı yukarı yukarıda ifade ettiğim bu görüşleri dile getirdiğimde, Sünni tartışmacı ve dinleyicilerden, Diyanet’in onlar için neden gerekli olduğu, neden onu savundukları konusunda iki temel tepki aldım. Bunlardan birincisi, Diyanet’in, dini kurallar konusunda güvenebilecekleri tek kurum olduğu (misal namaz saatleri veya bayram günlerinin tarihi konusunda, neyin günah olup olmadığı konusunda sadece Diyanet’e güvenebildikleri); ikincisi ise, eğer Diyanet gibi kapsayıcı bir şemsiye olmazsa, farklı cemaatlerin, ekonomik çıkar veya başka gerekçelerle birbirine düşeceği; Diyanet’in çok önemli bir tutkal görevi görerek olası sorun ve gerginlikleri engellediğiydi.

Bu iki argümandan birincisinin çok zayıf, ikincisinin ise, Müslümanlara güvenmemek gibi ağır bir kusurla malul olduğunu düşünüyorum.

Ben, devlet-din-toplum ilişkilerinde en sağlıklı çözümün, devletin hiçbir inanca karışmadığı, hepsine eşit mesafede durarak, özgürlüklerinin güvencesi olduğu sistem olduğuna inanıyorum. Her grup, kendi finansmanıyla, kendi din adamlarını yetiştirerek, kendi ibadethanelerini açıp yaşatabilmelidir. Böyle bir ortamda, her inanç grubu, eğer mensubu olanlar öyle tercih ediyorsa, farklı cemaatlere ayrılabilir. Bunda herhangi bir ilkesel sakınca yoktur; zaten bugüne dek hep var olan tarikat örgütlenmeleri de, bu halin doğallığına ve din kültürünün bir parçası olduğuna delalet eder.

İnsanların dini kurallar hakkında bilgi sahibi olmaları da yine doğal bir ihtiyaçtır. Bu doğal ihtiyacı her cemaat kendi içinde kuracağı kurum veya kurullarla karşılayabilir. Eğer herhangi bir inanç, eğer Müslümanlık, eğer farklı cemaatler, bu kurallarda bir standardizasyona gitmek istiyorsa, ortak bir yapı oluşturarak, inananların sorularını yanıtlayabilir, dini takvimi ortaklaşa belirleyebilir. Ancak böyle basit bir ihtiyaç için Diyanet gibi devasa bir yapı oluşturmaya hiç gerek yoktur. Gayet ufak bir organizasyon, bu taleplere pekâlâ yanıt verebilir.

Öte yandan, eğer Diyanet olmazsa Sünni cemaatlerin birbirine düşeceği, bundan dolayı da türlü tatsızlıklar yaşanacağı önermesi de çok vahim bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyet, Müslümanları, olgunlaşmamış, makul olanla olmayanı birbirinden ayıramayacak bir kitle olarak gören bir zihniyettir ve bu yönüyle Kemalizm’den veya herhangi bir otoriter ideolojiden farklı değildir. Bu, “insanlar birbirine düşer” diye çok partili siyaseti veya sivil toplum örgütlerini yasaklamaya benzer bir tercihtir; bunun da bugünün dünyasında ne kadar tutucu bir tercih olduğu ortadadır.

Çözüm serbestide

Cemaatlerin kendini özgürce ifade ettiği, inananların hangi cemaate yakın olacaklarını veya olmayacaklarını özgürce tercih ettiği, devletin bir inancı diğerinin üstüne çıkarmadığı ve cemaatlerin de birbiriyle gereksiz kavgalara tutuşmadığı bir hayat mümkündür. Eğer bir tam serbesti ortamı sağlanırsa, farklı inanç grupları yan yana çok daha huzur içinde yaşayabilirler. Bugüne kadarki katı kontrol ve Diyanet tipi devlet dini uygulaması, bugünden sonra gelecek bir özgürlük ortamında başlarda bazı cemaatler arası çekişmelere ve rekabete neden olabilir, ancak zamanla kazanılacak deneyim, bu tip çocukluk hastalıklarının ortadan kalmasını sağlayacaktır.

Sünnilerin, kendilerini devletin istediği dini yaşamaya zorlayan ve asıl amacı dinin özünü korumak olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu otoriter ve devletçi yönünü görmeleri gerekir. Kurumun bizatihi Sünni inancına nasıl zarar verdiğini, onu nasıl kısıtlayıp özünden uzaklaştırdığını, bugüne kadar başörtü sorununda, merkezi hutbe konusunda, anadili tartışmasında ve daha pek çok meselede takındığı tutumda pekâlâ görülebilir. Hepsi bir yana, Sünnilerin öncelikle, bu kurumun Aleviler ve diğer gruplar için adaletsizliği nasıl sistemli hale getirdiğini görmeleri gerekir.

Kim bilir, Stockholm Sendromu’ndan kurtuluşun yolu belki de, ‘öteki’ne ilişkin bu pozitif farkındalıktan geçiyordur.