ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Yersiz yurtsuzlar ve temiz kalpli Hobbit’ler

 

Yaşadığı yerle kurduğu ilişki, varlığının ilk gününden beri insanı tanımlayan en önemli etkenlerden biri. Adem’le Havva’yı düşünün; mağara insanlarını; Kara Afrika’daki atalarımızı, eski Yunanlıları, Aztekleri… Bizi çevreleyen koşullara uyum sağlama yeteneğimiz ve onları şekillendirme çabamız, uygarlık macerasının en temel itici güçlerinden.

Yaşadığımız yer bizi biz yaparken, aynı zamanda bizi bizden farklılaştırıyor. Hakikati bir nebze billurlaştırmak için mübalağa ölçüsünde genelleyerek soruyorum: Hiç kuzeyliyle güneyli, hiç doğuluyla batılı, hiç oralıyla buralı bir olur mu?

Elcevap, olmaz. Yaşadığımız yer, bizim kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı belirler. Nokta.

Veya, İbn Haldun’a başvurarak söylersek: “Coğrafya, kaderdir.”

Öyledir elbet. Peki ama, sizce de bu işte bir gariplik yok mu? Diyelim ki coğrafya kaderdir, diyelim ki üzerine doğduğumuz kara parçası ne olduğumuzu, kim olduğumuzu belirler; yine de sormak gerekmez mi? Beş parmağın beşi bir mi? Aynı kentte, aynı semtte, hatta aynı sokakta yaşayan insanlar birbirlerine sahiden de benzer mi?

Siz ve ben, İstanbulluyuz, Sivaslıyız, Kurtuluşluyuz diye birbirimize benziyor muyuz? Ahmet Bey Ayşe Hanım'a, Rita Hanım Kurken Bey’e ne kadar benziyor? Huyu suyu, alışkanlıkları, karakter özellikleri, hepsi birbirinden ne kadar farklı. Alt komşunuzla sadece aynı kentte değil, aynı çatı altında da yaşıyorsunuz; sizin ak dediğinize o kara, sizin kara dediğinize o hiç utanmadan ak demiyor mu? Nerede kaldı coğrafyanın kaderliği?

Yine de, aşikâr olandan kaçış yok. Doğup büyüdüğümüz yerle aramızda köklü bir bağ var. İnsanlar, tek tek birbirlerinden farklıdır; tek teklerin yan yana gelerek oluşturduğu topluluklarda da türlü türlü insan görürüz doğal olarak. Bu yüzden, belki de, coğrafyanın belirleyici gücünü bireyler üzerinde değil, topluluk özellikleri üzerinde takip etmek daha kolaydır. Ne de olsa, grupların ortak özellikleri, nihayetinde kurdukları ortak yaşamla, ortak yaşam da üzerinde var olduğumuz toprakla yakından ilişkilidir.

Homesick cüceler

Bana bunca lakırdıyı ettiren, şu sıralar vizyonda olan Hobbit filmi. Filmin ana teması, insanların ve toplulukların, ait oldukları yerlerden koparıldıklarında, yani yersiz yurtsuzlaştıklarında, bazı verili hasletlerini dahi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları, başka bir hale büründükleri ve kendilerini yeniden ancak doğal         ortamlarında bulabilecekleri. Yani memlekete özlem, sıla hasreti, homesickness.

Yüce bir dağın sakini olan cücelerin, kurdukları muazzam uygarlığın ejderha Smaug tarafından yerle bir edilmesi ve tüm cücelerin acılı bir sürgüne çıkmak zorunda kalmalarının ardından yaşananları anlatan Hobbit,  canlıların, doğdukları ve yetiştikleri, adeta görünmez bir çelik halatla bağlı oldukları  topraklardan koparıldıklarında rüzgârla nasıl kolayca savruldukları, hastalandıkları, adeta solgun çiçeklere döndükleri üzerine bir film her şeyden çok (Tıknaz ve pek iştahlı cüceler solgun çiçeklere pek benzemeseler de öyle).

Yurtlarını yeniden geri almak ve sonsuz hasretlerini dindirmek için harekete geçen 12 cücenin, ulu büyücü Gandalf ve pek de hazzetmedikleri Hobbit Bilbo Baggins eşliğinde koyuldukları maceranın zirve noktasını, Bilbo’nun, dinmeyen sıla özleminin bu yabancı, vahşi ve anlaşılmaz yaratıkların benliklerinde yarattığı tahribatı idrak ettiği sekans oluşturuyor.

Başta cücelere serüvenlerinde yardımcı olmak için hiçbir istek duymayan –çünkü evinden uzakta kalmaz istemez!– sonrasında ise biraz da yiğitliğe halel gelmesin diye zoraki ve kendisini bekleyen tehlikelerden habersiz olarak yola koyulan Bilbo, zamanla paçanın hiç de ucuz olmadığını görüp kısa yoldan tüymenin yordamını aramaya başlasa da, cücelerin kayıp cennetlerine kavuşmak için nasıl ıstırap çektiklerine daha yakından tanık olduğunda, kalıp onlara yardımcı olmaya karar verir ve şu güçlü tiradı atar:

“Evet, geride beni sıcak bir ev, tüten bir ocak ve güzel yiyecekler bekliyor. Orası benim evim. Ama sizin bir eviniz yok ve ben oraya geri dönebilmeniz için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım. ”

Yuvasına düşkün Hobbit'in, başkasının yersiz yurtsuz olduğu bir dünyada kendisini asla evinde rahat hissedemeyeceğini fark etmesi, hikayenin dönüm noktasıdır. Hobbit'in vicdanı temsil eden duruşu, hem cüceler hem de biz izleyiciler için, karanlık görünen geleceğe dair içsel bir kutup yıldızına dönüşür adeta.

Tolkien haklıdır. Eğer bir gün herkes evinde ayaklarını rahatça  uzatıp keyfine bakabilecekse, bu ancak, başkalarına yardım etmek için evinin huzurunu terk etmeyi göze almış mütevazı ve diğerkâm Bilbo Baggins’ler sayesinde mümkün olabilecektir.

Dağları yerinden ne oynatır?

Ve evet. Hobbit hikâyesi, yerinden yurdundan edilmiş kadim halkların kaderini anımsatıyor ister istemez. Vaat edilmiş topraklarından kovulan İsrailoğullarının, Filistinlilerin, Ermenilerin, Kürtlerin, koca bir Afrika kıtasının trajedisini. Geçmişte, ayaklarını toprağa sağlam basan, kurdukları yaşamla, yemekleri ve şarkılarıyla, işçilikleri ve zanaatlarıyla, dünyayı oya gibi işleyen halkların kaderini. İnsanın insanın kurdu olduğu hoyrat zamanları, şiddet kasırgalarını… Ve görünüşe göre, öteki’nin kurdu olan beriki’nin içinden mütevazı Hobbit'ler çıkıp dönmekte olan devranın çarklarına çomak sokmadıkça, sürgünün öteki’nin alnına yazdığı, öteki’nin yazgılı olduğu delilik de asla son bulmayacak.

Bütün kadersiz halklar, küçük, uyuşuk, korkak, tembel, ama temiz kalpli Hobbit'lerini bekliyor. Çünkü temiz bir kalp, dağları yerinden oynatacak güce sahiptir.