YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Özal’ın mezarı ve devletin müzakere geleneği

Haftalar, aylar, hatta yıllardır, sekizinci cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eceliyle mi öldüğünü yoksa birtakım güçler tarafından mı öldürüldüğünü tartışıp duruyoruz. Öldürüldüğü yönündeki şüpheler ailesi tarafından ortaya atıldığında kamuoyundaki genel tavır, pek ciddiye almama, ama görmezden de gelmeme olmuştu. Ancak AKP Ergenekon davası ile birlikte geçmişin ‘kimi dosyalarını’ açma gereği görünce, yargı da bu yöndeki beyanları daha bir ciddiye aldı. Nihayetinde Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Denetleme Kurulu bir rapor hazırladı ve Özal’ın ölümündeki şüpheleri bir bir sıraladı. Bu ve diğer şüpheler üzerine yürütülen soruşturmada Özal’ın kabrinin açılması aşamasına kadar geldik. Özetle, yargı, iddiaları ciddiye almakta.

Beri yandan, devletimiz, eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili sırrı da açığa kavuşturmaya çalışmakta. Bitlis’in bindiği uçak 1993 yılında düşmüş, komutan da ölmüştü. Baştan beri var olan, bunun bir sabotaj olabileceği yönündeki şüphe, Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte iyice kuvvetlendi ve yargı, bu ölümle ilgili çalışmalarını/soruşturmayı hızlandırmaya karar verdi.

Benzer biçimde, Bitlis’in ekibinden oldukları söylenen eski Jandarma alay komutanları Rıdvan Özden’in çatışmada ölümü, Kazım Çillioğlu’nun da intiharı soruşturulmakta. Bu iki komutanın, açıklanmaların tam tersine, devlet içindeki birimler tarafından öldürüldüğü yönünde ciddi bulgular/şüpheler var.

“Bütün bu soruşturmalardaki ortak payda nedir?” diye sorarsanız, şu var: Farklı teoriler olmakla birlikte bütün bu isimlerin Kürt sorunu konusunda devletin politikalarından farklı biçimde davrandıkları için öldürülmüş olabilecekleri kanısı güçlü. Evet, Eşref Bitlis’in ordudaki anti-ABD kanadından olduğu ve Çekiç Güç’e karşı olduğu için ABD tarafından öldürüldüğü iddiaları da bulunuyor, ancak PKK ile Kürt sorununu birbirinden ayırmak ve yeni bir politika saptamak istediği için öldürüldüğü yönündeki şüpheler de aynı oranda kuvvetli. Özal’ın öldürülmesiyle ilgili de çok sayıda teori ortaya atıldı, malum. Bunlar arasında en çok öne çıkan, Özal’ın Kürt sorununda çözüm/federasyon perspektifi geliştirdiği için, devlet içinde çözüm istemeyenler tarafından öldürüldüğü yönündeki iddia.

Şunları şimdilik bilmiyoruz elbette: Bitlis bir suikasta kurban gittiyse bile, niçin öldürüldü? “Özal niçin öldürüldü?”yü geçtik, gerçekten öldürüldü mü? Bunları bilmiyoruz ve yakın vadede bilip bilemeyeceğimizi de bilmiyoruz. Elimizdeki tek somut durum şu: AKP’nin, PKK ile müzakere yürütürken bir yandan da bu iddiaların kamuoyunda tartışılmasını arzulaması; böylece toplumda müzakereyle ilgili negatif bir algı varsa bunu dağıtmayı ve elbette Ergenekon davası için psikolojik destek sağlamayı hesaplaması sayesinde Özal’ın mezarını açacak aşamaya geldik. İleride farklı bir karar alınmazsa, mezar açılacak.

Bütün bunları niye yazdım? Şunun için: Bu iddiaların doğru olduğu, yani Kürt sorununu savaş değil de müzakere yöntemiyle çözmek isteyenlerin, ya da müzakere olması da şart değil, savaş dışında bir yöntemle çözmek isteyenlerin bizzat kendi devletleri, yani Türk devleti tarafından öldürüldükleri ortaya çıkarsa ne yapacağız? Yani ne yapacaksınız? Topluma, en önemlisi Kürtlere ne söyleyeceksiniz? Bu bir.

Ya da peki, bu iddiaların ispatlanamadığını farz edelim. Yine de, o döneme ilişkin tanıklıklardan, verilen ifadelerden şunu artık aşağı yukarı biliyoruz: Müzakere yanlılarına devlet içinde pek de iyi gözle bakılmadı, 1984 sonrasında. Burada herhalde mutabıkız.

Gelelim bugüne. Denecektir ki, “Ama AKP dönemi öyle değil.” Bir zamana kadar bu doğruydu. Fakat burada da bir başka duvara tosluyoruz, çünkü gelenek farklı biçimde de olsa devam ediyor. MİT Müsteşarı krizi sırasında, devlet içinde müzakere karşıtı güçler olduğunu Başbakan Erdoğan kendi ağzıyla söylemedi mi? “Devlet içinde devlet oldular” demedi mi? Perde önünde yargıya, perde arkasında ise Gülen Cemaati’ne seslenerek “Alacaksanız beni alın” demedi mi? Aslında kendi açıklamasını hatırlamak çok daha iyi olacak: “MİT Müsteşarım adaya bile gittiği zaman bir şey için gidiyor. Terörle mücadele konusunda ne yapabiliriz diye gidiyor. Bu arkadaşlarım bunun mücadelesini veriyor. (...) Dünyanın her yerinde bu böyle. Bu iyice çizmeyi aşan bir şey oldu. Bir başbakan olarak direkt bana bağlı olan müsteşarıma (...) talimatı veren benim. Alacaksanız beni alın. (...) Ben terörle mücadele ediyorum ve her şeyi kullanmak zorundayım. Bizim elimiz ayağımız konumunda olan böyle kurumları bir şüpheye sevk edersek bu insanlar yarın nasıl çalışacak? Bu insanlar birçok yere canlarını ortaya koyarak gidiyorlar. Bu tabii, ister istemez haddinden fazla bir yetki alanı doğuruyor, ‘Biz devlet içinde devletiz’ havasına sokuyor.”

Şunu söylemeye çalışıyorum: Eskisiyle, yenisiyle, devlet içinde müzakere karşıtı bir damar olduğu ortada. Bu eskiden daha operasyonel ve Türkçü/İttihatçı bir kanat iken, günümüzde milliyetçi ve muhafazakâr/dindar bir kanat olarak ortaya çıkıyor. Format değiştirse de kendi değişmiyor, varlığını koruyor ve etkili oluyor, hükümetlere geri adım attırıyor. Ve kimi liderler (Erdoğan gibi) müzakere karşıtı milliyetçi bir siyaseti, aynı müzakere siyaseti gibi sahiplenecek kadar esnek olduğundan, günümüz için konuşuyorum, siyasi iradenin bir güce mi boyun eğdi, yoksa o gücün görüşünü sırtına bir gömlek geçirir gibi rahatlıkla geçirdi mi, anlaşılamıyor. Ama şu biliniyor: Müzakere ve çözüm istemeyen belki PKK’dir, ya da PKK içinde böyle bir kanat vardır ama daha etkili olan, asıl yönlendirici olan, Türk devleti içindeki kanattır.

Buraya kadar hemfikirsek, şu soruyu sorarak bitireyim: Bu makûs talihi yenmek için asli görev AKP’ye düşmüyor mu?