YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Onlar, bunlar derken?

Geçen hafta ‘paket’ ile ilgili yazımda, açıklanan adımları bir nevi Tanzimat Fermanı’na benzetmiş, AKP’nin toplumdaki hak taleplerini bilhassa etnik ve dini gruplardan geldiğinde dikkate aldığını, zira kendisini de –egemenlik biçimi olarak– öyle gördüğünü ve hak taleplerini –otorite olarak– uygun gördüğü oranda kabul ettiğini, bunun da paketin tüm olumlu yanlarına rağmen, özünde problemli bir bakış açısı olduğunu söylemiştim.

Bu hafta da paket tartışmaları ile geçti. Bilhassa paketin siyasal Kürt hareketinde yarattığı hayal kırıklığı, Aleviler konusunda adım atılmaması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmaması ile ilgili eleştiriler gündemdeydi. Bunların haklı eleştiriler; geçen hafta da zaten bunları konuştuk.

Bu haftanın bence en ilginç vakası, Başbakan Erdoğan’ın bilhassa Ruhban Okulu ile ilgili eleştirilere yanıt verirken kullandığı dil ve seçtiği azarlama tonuydu. Bunun üzerinde biraz durmak gerekir. Birkaç cümle paylaşacağım konuşmasından:

“Kim ne derse desin, kusura bakmayın. Ruhban Okulu bizim için anlık bir meseledir. Ama biz bir şeyin iadesini yaparken bir şeylerin de iadesini bekleme hakkına sahibiz. Nedir o?”

Erdoğan’ın açıklamalarına devam etmeden önce araya girmek isterim. Erdoğan bunları söylerken, çocuklarına bahşiş dağıtan ama istediği takdiri göremeyen sert ve otoriter bir aile babası tonuyla konuşmaktaydı. Rum cemaatinin elinden alınan bu hakkı geri vermek için neredeyse uyanık bir tüccar gibi davranması, açık bir biçimde sırıtmaktaydı.

Devam edelim. Erdoğan, daha sonra, Atina’daki iki camiyi devralmak istediklerini ama buna olumlu yanıt alamadıklarını söyledi. Öncelikle bunu bir şart olarak öne sürdü. Araya sıkıştırdığı, Büyükada Yetimhanesi ile ilgili sözleri de hayli ilginçti: “Onların bir yetimhanesi vardı, Büyükada’da. Muhteşem bir yer. Biz, hemen, dava görüldü, kendilerine teslim ettik. O günden bugüne de hâlâ inşaata başlayamadılar.”

“Onlar” dediği, bu ülkenin Rum vatandaşları tabii. Bunu akılda tutalım. “Muhteşem bir yer” derkenki tavrı da dikkatlerden kaçmadı. “Verdiğimiz malın kıymetini bilin, içimiz gitti resmen” havasındaydı. Buradaki aşağılayıcı ton, gözden kaçacak gibi değildi. Bunların üzerine bir de “hâlâ inşaata başlayamadılar” demesi ise tuz biber ekti. Dünyanın sayılı ahşap –ve harap olmuş– binalarından birinden söz ediyoruz, ve böyle bir restorasyonun nasıl da dikkat, uzmanlık ve büyük bütçe gerektirdiğinden. Bunlar elbette, Erdoğan için ilginç detaylar değil. Dava dediği de, zaten AİHM’nin 2010’da aldığı, el konmuş mülkün iadesi kararı.

Devam etti Erdoğan ve Sen Sinod Meclisi’nin seçimi için Patrikhane’ye gösterdiği kolaylıklardan bahsetti. Elbette önemlidir. Hemen peşine, Yunanistan’da Batı Trakya Başmüftüsü’nün Yunan yönetimince atandığını, oysa buradaki Patrik seçiminde olduğu gibi, oradaki Müslüman cemaatin oylarıyla seçilmesi gerektiğini söyledi. Bu talebinde belli ki haklıdır ancak burada bir yerde hızını alamadı ve şöyle dedi:

“Ülkemden de bazı insanlar çıkıyor [vurguya dikkat, benim ülkemden!], ‘Başbakanımız bunu da çözseydi’ diyor. Kusura bakma ya. Sen kimin bu noktada sözcülüğüne soyunuyorsun? Bu noktada hak neyse ona bakacağız. Biz Sümela Manastırı’nı bunlara ayin için açtık, öbür tarafta Tarsus’takini açtık, öbür tarafta Van Akdamar’ı [evet, hâlâ Akdamar, Ahtamar değil] kendimiz inşa ettik, açtık. İnsaf edin ya. Bütün bunları sen yap yap... Eee?”

Bu dil, çok yaralayıcı bir dil, sevgili AKP’li ve dindar-muhafazakâr okurlar. AKP’nin ya da Türkiye’nin Yunanistan’dan talepleri haklı ve meşru talepler olabilir. Ancak yıllardır devletin ve çoğunluğun gadrine uğramış, bu ülkenin yurttaşı olan azınlıkların ellerinden zorla alınan haklar geri verilirken neredeyse azarlar gibi bir dil kullanılması, “O kadar hak verdik, hâlâ ne istiyorsunuz?” mantığıyla fırça atılması ve üstelik sürekli olarak “onlar”, “bunlar” diye hitap edilmesi, AKP’nin ve Erdoğan’ın topluma bakışıyla ilgili çok ve tatsız şeyler söylüyor. Bu ülkenin eşit birer yurttaşı olduğunu varsaydığımız insanların gasp edilmiş haklarını tenezzül edip verirken kullanılacak dil bu olmamalıydı. Her gasp edilen hakkımızı alırken böyle azar işiteceksek, hakikaten işimiz var. (Bu arada, konuşmanın bu bölümünün “Başmüftü ve camiye evet desinler, biz de okulu açalım” restleşmesiyle sona erdiğini not düşelim.)

Tüm bu tabloya bakınca insanın aklına ister istemez tarihsel maceramız da geliyor. AKP’nin model aldığı yapı, topluma baktığı perspektif, tarih boyunca genelde şöyle dinamikler içinde yürüdü: Her reform paketinden sonra toplumda, çoğunlukta oluşan bir huzursuzluk, homurtu ve bu huzursuzluğu dindirmek için hak verilen azınlıkları bir miktar azarlama ve bu azarlama sonrası oluşan daha sert bir denklem. Bu denklem, genellikle azınlıkların aleyhine işleyen, onları düpedüz ‘suçlu’ bir konuma iten bir dinamik biçimini almıştır. Bilhassa yüzyıl başındaki meselelerimizin arkasında böyle bir fon da durmuştur daima.

Hak bu şekilde verildiği sürece, toplumun bir kesiminin de, hak edilmeyen bir şeyin verildiği intibaına kapılması sürpriz değildir. Çünkü şu yukarıdaki dilin kullanılması, hak verilenlerin hâlâ ‘öteki/dışarlıklı’ olma konumunun altını çizmekte, toplumdaki bu yapıyı/zihniyeti yeniden üretmektedir. Eşit bir yurttaşlık perspektifi geliştirilmedikçe, reformlar bu perspektif içinde yapılmadıkça, tepedeki otorite hangi hakkın ne kadar dağıtılacağı konusunda kendini tek mercii olarak gördükçe ve ayrımcı dili yeniden ürettikçe, 2013 itibarıyla –muhtemelen/umalım ki aynı vakaları tekrar yaşamayız ama– o boğucu atmosferden de kurtulamayız. Aklınızda olsun.