YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Coğrafya kader midir?

Kendinizi Türkiyeli bir Alevi’nin yerine koyun. Esad rejimine açılan, ismi konmamış savaşta bu ülkedeki Alevilerin ‘zan altında’ kalması yetmiyormuş gibi, Suriye’deki cihadçı savaşçıların, yakaladıkları Alevi ve Şiileri vahşice infaz ettiği haberleriyle geçirdiniz son birkaç yılı. Zaten Sünni çoğunluğun tehdidi, baskısı altında geçirdiğiniz tarihin kuşaklar boyunca aktarılan korkusu, tedirginliği varken, AKP iktidarının ve ideologlarının türlü imalarla sizi yeniden ‘kategorileştirmesi’ni yaşadınız. Ve bu cihadçı savaşçıların, AKP ve MİT tarafından korunup kollandığına tanık oldunuz. Bilhassa sınır bölgelerinde yaşayan Aleviler ve Arap Aleviler için hayat hayli sıkıntılı oldu bu dönemde.

Ve şimdi, gitgide yakıcı hale gelen bir tehdidi daha yakından hissediyorsunuz belki. Bu cihadçı savaşçılar gitgide güçlendiler, neredeyse bir devlet kurdular. Yani artık yanıbaşımızdalar, yerleştiler. Ellerinde çok sayıda Türkiyeli rehine var. İçten içe düşünüyorsunuz, “Acaba aralarında Alevi var mıdır?” diye. Yüzlerce Şii askerin kurşuna dizildiği görüntülerle başladınız belki de güne. Tedirginsiniz. Ve AKP’nin, yani devletinizin tavrı hiç de içinizi rahatlatmıyor. Çünkü bütün bu olup bitenler alttan alta bir ‘Sünni devrimi’ olarak selamlanıyor.

Doğrudur, Irak’ta zaten hiçbir şey yolunda gitmedi. ABD işgalinden beri, ülkenin bir kan gölüne dönüşeceği ayan beyan ortadaydı. ABD’nin Şii ağırlıklı bir yönetimden yana tavır alması, dolayısıyla Sünnilerin sıkıntı yaşadığı yorumları, elbette yanlış değildi. IŞİD’in güç kazanmasında Sünni tabanın verdiği destek de pekâlâ etkili olmuş olabilirdi. Nihayetinde bunlar da realite.

Peki ama, 100’e yakın Türk niçin IŞİD’in elindeydi. Bu cihadçı savaşçılar Türkiye’den ne istiyordu? AKP’nin tüm bu olup bitenlere rağmen gayet dikkatli konuşması, konuyu kapatması, Türk rehinelerin akıbeti için bir önlem miydi, yoksa önceki ‘yakın’ ilişkiler düşünüldüğünde, bir şaşkınlıktan ve kapalı kapılar ardından yapılan bazı bilinmez hesaplardan mı kaynaklanıyordu? Bir Alevi ne düşünür, ne hisseder?

Ya da kendinizi Türkiyeli (ya da Suriyeli) bir Kürt’ün yerine koyun. AKP’nin Rojava’daki Kürt bölgesini boğmak için her tür şiddeti uygulayan cihadçı gruplarla yakın ilişkide olması karşısında ne düşünürdünüz? Yine AKP’nin Barzani ile birlikte, ‘devrim’ diye de nitelenebilecek Rojava yönetimini iki yandan sıkıştırmak için elinden geleni ardına koymaması... Bu grupların giriştikleri her türlü katliamın Türkiye’de sessizlikle, umursamazlıkla karşılanması ve AKP’nin hâlâ bu gruplarla yakın ilişki içinde olması karşısında ne hisseder, ne düşünürdünüz acaba?

Ya da Musul’daki bir Türkmen olduğunuzu düşünün. Şii ya da Sünni, fark etmez. Türkiye’nin malum politikaları yüzünden evinizi barkınızı bırakıp yollara düştüğünüzü, sizi belirsiz bir geleceğin beklediğini. Kelimenin tam anlamıyla bir ‘tehcir’ yaşadığınızı. Ne hisseder, ne düşünürdünüz acaba?

Ve Türkiyeli bir Sünni olduğunuzu düşünün. Suriye’de, Irak’ta yıllardır kardeşlerinizin çektiği acı, sizin de acınızdır elbette. Ancak rövanşın böyle alınmasında, Türkiye’nin bu mezhep savaşının bir ‘taraf’ı olmasında belki de aklınıza yatmayan bir şeyler, bilmem var mıdır?

Ve hiç şüphesiz, Türkiye’de ya da bölgede yaşayan bir Hıristiyan olduğunuzu düşünün. Daha birkaç ay önce Kesab’da yaşayan Ermenilerin apar topar, nereye gittiklerini bile bilmeden, şaşkınlık ve korku içinde bu topraklara getirildiğini. Bölgedeki Süryanilerin yeniden yollara düştüğünü. Evlerini, barklarını, kiliselerini terk etmek zorunda kaldıklarını. Büyüyen bu cihadçı anlayışın zaten bölgede bir avuç kalmış Hıristiyan için nasıl bir dehşet ve tedirginlik yarattığını. Ve bu işin içinde şöyle ya da böyle AKP’nin de parmağının olduğunu. Ne düşünür, ne hissederdiniz acaba?

Bütün bunları niye saydım? Elbette, başkalarının yerine düşünmek gibi bir hadsizlik yapmak için değil. Sadece neler hissedebileceklerini biraz olsun anlayabilmek ve anlatabilmek için. Kime mi? Elbette AKP’ye ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na. Bu rehine vakası belki sürprizdi ama bir yandan da bağıra bağıra gelmekteydi. Türkiye’nin bu ‘angaje’ politikasının sadece kendi başını yakmayıp, bölge için de büyük bir tehlike olduğu, yıllardır tahmin edilmekte, görülmekteydi. Onlarca analiz yazıldı. Ancak AKP bu politikadan hiç vazgeçmedi. Hatta bir ‘savaş’ çıkarmayı bile düşündü.

Neden böyle yaptı? Çünkü kendine aşırı güveniyordu. Zannetti ki bölgedeki sorunların çözümü Osmanlı iklimine dönmektir. Zannetti ki bölge halkları da Osmanlı mirasını sahiplenen AKP’yi kucaklayacak, bağrına basacaktır. Zannetti ki Osmanlı tarihi okumakla Ortadoğu’ya hâkim olunur, orada ‘abilik’ yapılır. Zannetti ki, Cumhuriyet’in ‘pısırık’ politikası bırakılırsa çok büyük kazanımlar olacaktır. Zannetti ki, bu işi bir tek kendisi biliyor.

Her şeyden önce, Ortadoğu böyle ‘basit’ bir denklem değil. ‘Bataklık’ tarzı kibirli bakış açılarından kaçınsak da, bölgede ‘aktör’ olmak isteyen herkesin çok sayıda dengeyi gözetmesi gerektiği ortada. Ama aktörlükten önce, asıl önemli olan, kendi evinde ne yaptığı. AKP, aldığı oylara güvenerek kendi evini ‘yekpare’ bir bütün olarak görmekte ısrar ediyor. Oysa kendi evinin ‘realitesi’ne dayanması, kendi evinin halklarına saygı göstermesi, Ortadoğu’da sağlayacağı saygınlığın anahtarı olacak.

Dolayısıyla İbn-i Haldun’un, aslında bambaşka bir bağlamda kullandığı ancak kimilerince bölgeye uyduğu varsayılan “Coğrafya kaderdir” argümanını, tam tersine çevirmenin zamanı değil midir?