Bir kente ‘filtresiz’ bakmak

Şener Özmen’in Arter’de 15 Mayıs’ta kadar devam edecek olan ‘Filtresiz’ başlıklı sergisinde, sanatçının isteklerini, geçmişini, bugününü ve yıkılan bir kentin ardında kalanları görmek mümkün.

Şener Özmen’in Arter’de 15 Mayıs’ta kadar devam edecek olan ‘Filtresiz’ başlıklı sergisinde, mekânın diplerine yerleştirilmiş üç taht karşılıyor seyirciyi. Sıcak yaz gecelerini hatırlatan tahtların üstüne kurulmuş,‘Sanatçı Görünmez Düşmanlarına Karşı Savaşırken’, ‘Memelerden Duyduklarım’ ve ‘Kendi Gölgende Oyna’ adlarını taşıyan bu üç yerleştirmeye yakından bakmakta fayda var. O bakışta sanatçının isteklerini, geçmişini, bugününü ve yıkılan bir kentin ardında kalanları görmek mümkün olacak. Özmen’le son sergisinden hareketle sanat piyasasının dayattığı ‘politik Kürt sanatçı’ söylemi, üretiminin kişiselliği, sanatçı sorumluluğu üzerine konuştuk. Sohbette yollar hep Özmen’in yaşadığı ve ürettiği Diyarbakır’a çıktı, çünkü onun da söylediği gibi, “Coğrafya kaderdir, ama bu kadar da olmamalı.”

Bu sergi için Süreyyya Evren’le beraber çalışmak nasıldı?

Süreyyya’yla tanışmam 90’lı yıllara denk geliyor. Edebiyat üzerinden gelişen bu ilişki zaman içinde güncel sanat okumalarıyla, eleştirilerle başka bir evreye geçti. Küratör olarak önerildiğinde duraksamadan kabul ettim. Sanata ve üretime özgü sorunları çözebileceğimizi düşünüyordum. Öyle de oldu; küratör, yazar ve dostum olarak üretim aşamasında çok katkıda bulundu.

Siz işlerinde kendini çok sakınan bir sanatçı değilsiniz ama bu sergi daha da kişisel olmuş. Katılır mısınız?

Yaşadıklarımı sakınan biri olmadım hiç, hatta bunu elzem gördüm. Yorumunuza da katılmak durumundayım. Başından beri, nasıl bir şey yapacağıma dair çok kesin bir görüşüm vardı. Sergide yer alan tahtlar üzerine ilk defa düşünmüyordum. Benim için yeni olan, mekânı kullanmaktı. Bugüne kadar hiçbir sergide mekânı böyle kullanmadım. Bunun bir arkaplanı var. Ben mekânların yok edildiği bir yerde yaşıyorum. Taş üstüne taş bırakılmayan bir Diyarbakır’dan ve bir bölgeden bahsediyorum. Sergi süresince Tahir Elçi’nin öldürülmesini (ki bu benim için bir milat oldu)ve önceki yıllarda Ermeni Kilisesi’nin açılışını düşündüm. Dünyanın her yerinden Ermeniler gelmişti. Açılış gününde, tanımadığım kadınların ağladığını, taşları öptüğünü hatırlıyorum. Bunun da benim üzerimde büyük bir etkisi oldu. Şimdi o kilisenin ve diğer kiliselerin ne halde olduğunu bilmiyorum. Mekân yaratma düşüncesi, tam da bu sürece denk geldi. Böyle olmasını hiç istemiyordum.

 

“Ben mekânların yok edildiği bir yerde yaşıyorum. Taş üstüne taş bırakılmayan bir Diyarbakır’dan ve bir bölgeden bahsediyorum. Sergi süresince Tahir Elçi’nin öldürülmesini (ki bu benim için bir milat oldu)ve önceki yıllarda Ermeni Kilisesi’nin açılışını düşündüm.”

Kendi şehrinize bakışınızı nasıl etkiledi bu dönem?

Kentin sanki iki güneşi, iki gökyüzü ve iki ayı var gibi oldu. Düşünün, kentin bir yerinde tanklar ve toplar bir yeri dövüyor, oraya çok da uzak olmayan bir başka yerindeyse hayat bütün bu seslere rağmen devam ediyor. Bu kent, benim bildiğim kent değil artık. Aynı havayı solumadığımız bir kent; ben de tanımıyorum bu kenti ve bu kentte yaşayanları. Bu tuhaf bir ruh haline soktu beni. Kaçmak istiyordum, çünkü şehirden nefret ediyordum, çıkmıyordum dışarı. Evde oğlum ve eşimle o sesleri duyuyorduk, nasıl duymayacaktık ki? Pencereler zangırdıyor. Kimse kimseyle iletişim kuramıyor. Bunu anlatmak için belki de susmak gerekiyordu. Bu zaman zarfında kimi söyleşileri reddettim, çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum. Herkesin umutsuz olduğu bir süreçte oldu bu sergi. Açılış gününde İstanbul’da da bomba patladı, erteledik. Çok baskılandığımızı fark edebiliyorum ve bunun hiç de iyi bir yere gitmeyeceğini, baskının ve şiddetin sadece katışıksız şiddeti doğuracağını biliyorum. Kuzey ülkelerinde yaşayan bir sanatçı gibi, böyle konularla, bu travmalarla uğraşmayabilirdim. “Tamam, coğrafya kaderdir, ama bu kadar da olmamalı” dediğim bir noktaya geldik. Bu mekân fikri, yersiz yurtsuzlaşma dönemine denk geldi. Farkına varmadan, yıkılan yerleri onarmaya çalışıyorum belki.

Sergide birebir görmediğimiz, ama sergi kitabında yer alan bir ‘istiyorumlar’ listesi var. Bu nereden çıktı?

Süreyyya’nın benden talep ettiği bir listeydi. Bir hafta boyunca gerçekten istediğim her şeyi, filtresiz olmaya özen göstererek yazdım. Bitmesi gereken yerde de bitirdim.

Bu listede “Politik sanat değil, geçici sanat kategorisinde anılmak istiyorum” maddesi de var. Bunu biraz açar mısınız?

Bana atfedilen kimliğin ve o marja sıkıştırılmanın dışında bir nefes alma alanı yaratmak istiyordum. Çünkü biz burada yaşayan birkaç güncel sanatçı, hep bir paket üzerinden sunuluyoruz: “Ne güzel, Kürt sanatçılar bienale gittiler, sergilere katıldılar.” Bizimle iletişime geçmek isteyen bazı küratörler bizi bir yerde göstermek için çaba sarf ettiler. Bu da onların Batı Avrupa’ya karşı göstermek istedikleri bir özgürlükçü havaydı – “Bakın, işler sandığınız gibi değil, onlar da ırkçı söyleme maruz kalmadan sergilerde yer alabiliyor” gibi bir söylem... Bir sanatçının kendini bu kimlik sanrılarının dışında var edebilmesi gerekiyor fakat sizi tüm bu ezberin ötesinde görmek istemeyenler oluyor. 1990’lardan itibaren, barış, çatışmalar, sanat üzerine, bazen kendimin de zor inandığı büyük laflar ettim. Politik biri olmadım ama bütün işlerim hep politik işler olarak adlandırıldı. Benim kontrol edebileceğim bir şey değildi bu. Bu sergide o ilk tahtta bulunan dürbünün içindeki, kumsalda bir şezlongda uzanmış sanatçı imgesi, “Benim de buna ihtiyacım var, son dönemde yaşananlar olmasaydı muhtemelen burada olacaktım” demeye getiren bir imge. “Bütün bu kıyamette Şener Tayland’ın bir adasına gidip tatil fotoğrafı çekiyor” da dedirebilir. Ama Türkiye’de maalesef artık konuşan bir sanat yok. 1990’larda iyi kötü vardı ama 2000’lerde işler iyice piyasaya eklendi ve eleştiri okumayla eşitlendi. Tüm bu ‘politik sanatçı’, ‘politik eleştiri’, ‘Doğulu sanatçı’, ‘bölgedeki sanatçı’ söylemleri çokça kullanıldı. İşe geriden bakmak isteyen küratörler ve galericiler hâlâ bu söylemi sürdürmek istiyor ama bence artık bu meseleyi kapatabiliriz.

O fotoğraftaki adaya gittiniz mi gerçekten?

‘Photoshop’ gibi görünmesini istedim ama gittim tabii. Koh Samui adası... Kısa süre yurtdışında yaşadım ama benim için dönülecek yer hep burası, Diyarbakır oldu. 80’leri 90’ları gördüm burada, o kadar iyi dönemler değildi. Barış süreci halüsinasyonları içinde “böyle devam edebilir”diye düşünülürken bir anda değişti her şey. Sergideki ‘İp Atlayan Kadınlar’ videosunda veriliyor bu: Her şey bir anda toza dumana bulanıyor. Bu mu kader? Bu mu coğrafya? Sisifos’un kayası gibi: Taşı zirveye çıkar, sonra düşsün. Anlamaya çalışacaksın ama anlam veremeyeceksin.

Sanatçı sorumluluğu diye bir şeye inanıyor musunuz?

Tabii ki. Eğer sanatçı sorumluluğu piyasaya, pazara ve bu küresel sanat mefhumuna takılırsa çok bir şey çıkmıyor. AiWeiwei’nin Midilli’deki etkinlikleri ve mültecilerle ilgili işleri çok eleştirildi, kullanıyormuş gibi algılandı. Muhtemelen buradan üretilen sanat pratiğine ilişkin olarak da “Kürt sorununu kullanıyor” diyen birileri var. Bunların hiçbirini gerçekçi bulmuyorum. Evet, sanatçının bir sorumluluğu var ve bu sorumluluk yerelden, yaşadığı yerden başlıyor.

Edebiyatla da uğraşıyorsunuz. Romanlarınız çıkıyor ama artık şiir yazmıyorsunuz sanırım...

Uzun bir süredir yazmıyorum. Sadece Kürtçe roman yazıyorum. Bu, Kürt edebiyatı ve benim açımdan çok yeni aslında. Benim için her roman, bu dili öğrenmenin ve kusursuz bir şekilde kullanmanın başka bir yolu.

 

 

Süreyyya Evren: “Özmen bu sergiyle bagajından çıkmaya kalkıştı”

Serginin küratörü Süreyyya Evren, Şener Özmen’e atfedilen kimliği ve bugünkü çatışma ortamı içinde serginin ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: Filtresiz konuşmak, açık, dobra, dolaysız konuşmayı anlatıyor. Ancak biz ‘dobra konuşma’dan, dışarıda duran ve afişe edilmeye ihtiyaç duyan bir problemi sanatçının etik açıdan güvenli bir konumdan açık bir dille anlatmasını değil, problemin içinden konuşma cesaretini, problemin içine yerleşip orada bir mekân kurma, oradan söz almaya kalkma dobralığını anladık. ‘Filtresiz’ sergisi bu yönde bir deneme olduğu için, kaşları çatık bir Şener Özmen, Diyarbakır, Cizre, Şırnak yanarken, kalkıp Koh Samui adasına gitti ve şezlonguna uzandı, kokteylini yudumladı. Kaşları fotoğrafta hâlâ çatık mı, anlamak için önce tahtın merdivenlerine tırmanmak lazım.

Özmen’in, ‘her zaman kendi dışında bir şeylerin temsilcisi olarak Şener Özmen’ bagajından, hem isteklerini serbest bıraktığı gelecek vizyonuyla, hem filtresizce döndüğü çocukluğuna dair anılarla çıkmaya kalkıştığı bir sergi bu. Sırf denemesi bile ufuk açıcı oldu.

 




Yazar Hakkında

1987 İstanbul doğumlu. Agos web sitesinin editörü; insan hakları, ifade özgürlüğü, çevre hareketleri, güncel politika ve yaşam haberleri yapıyor.