Şifayı arayan festival

16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali 16 Şubat'ta İstanbul'da başlıyor. Ankara ve İzmir'e de gidecek festival programının festival Direktörü Serra Ciliv'le konuştuk.

Bu yıl festivalin teması “İyileştiren Şeyler”. Çoğumuzun iyileşmeye ihtiyacı olduğu bu zor zamanlarda bu temaya nasıl karar verdiniz?

Eylül ayına kadar bir sürü film seyretmiş oluyoruz ve Eylül ayında farklı farklı yerlerden bir araya gelip konuşmaya başlıyoruz. Bu hem film, hem hayat hem de politika konuşmak anlamına geliyor. Eylül’de bir araya geldiğimizde canımız acıyordu. Hem endişeli hem de umutsuzduk. Uzun süren bir travmanın içindeyiz sanki ve geleceğe dair tahayyüllerimiz kısıtlanmış vaziyette. Sanıyorum John Berger’in de bununla ilgili bir lafı var; “Travmadan sonra aslında bir an durmak gerekir. Bir sessizlik anı vardır ve o anda kendimizi, hayallerimizi yeniden üretebilmenin yollarını ararız.” Biz bir araya geldiğimizde iyileşmek mümkün mü, umutlu bir mesaj verebilir miyiz diye sorduk kendimize. Çok fazla umutlu mesaj verecek güçte değildik hiçbirimiz ama bunu arayabiliriz dedik. Nasıl iyileşebileceğimizi, nerden şifa alabileceğimizi arayabiliriz. Sinema, müzik, edebiyat, üreten insanlar aslında bu zamanlarda bizim şifa kaynaklarımız. İşimizi iyi yapma şeklimiz de, kendi kalplerimize de etrafa da bütün kırıklığımıza bakıp ‘şifayı nerden buluruz?’ sorusunu sormaya çalışmak.

Son yıllarda ülkenin gidişatı ve yaşadığımız umutsuzluk hali festivali ve programı nasıl etkiliyor?

Zaten programa baktığınızda yıllardır şifa olduğuna inandığımız bölümleri yapmaya devam ediyoruz. Onun dışında bir takım yeni şeyler yaptık. Mesela bu sene Yeni Film Fonu’yla beraber “Doc Lab” başlatıyoruz. Çünkü bu coğrafyada belgeselcilerin gerçekten daha büyük baskılar altında olduğunu düşünüyoruz. Gördüklerini zorluklar içerisinde ifade ediyorlar. Dolayısıyla onlar için bir alan yaratmak istedik. Aynı zamanda adını John Berger’dan aldığımız “Görme Biçimleri” bölümünde farklı bakışları arayan belgeseller var. Bir taraftan da bütün belgeselcileri bir araya getireceğimiz kapalı bir toplantı yapmak istiyoruz bu sene. Bunun alt başlığı da “ilham, cesaret ve yol yordam”. Programda “!f Yarın” diye bir bölüm var. Kendisini çok açıklayan bir isminin olduğunu düşünüyoruz. Yeni teknolojilere, ileriye bakan işlere ve sinemanın geleceğine bugünden bakan filmler var bu bölümde.“Amak-ı Hayal” hikayesi de var, Felluce hikayesi de var, “16X9” diye hücre hapsiyle ilgili bir hikaye de var. Yani çok zor bir gerçekliğe bakıyoruz ama bakmanın farklı farklı yollarını, hayal dünyamızı kısıtlamadan sunmaya çalışıyoruz aslında. Gerçekten “şifalı festival” demek istemiyoruz kendimize ama şifayı arayan festival demek istiyoruz. !f Müzik’te de yaptık aynı şeyi. Sesin, frekansın ve hareketin nasıl şifa verebileceğine dair farklı farklı atölye çalışmalarımız var. Onun dışında programın her yerine baktığınızda bugünün gerçekliğine işaret eden filmler var.

Bu sene kaybettiğimiz büyük düşünür John Berger’in anısına ve ondan feyz alarak hazırlanan “Görme Biçimleri: Yaratıcı Belgeseller” bölümünde neler göreceğiz?

2014 yılında sıtmadan ölen Michael Glawogger’in “Untitled” isimli belgeselini seyrettim yeniden. Onun ölümüne kadar son iki senede çektiği görüntüler kurgucusu tarafından kurgulanmış. Filmi ikinci kez seyrettim ve çok güçlü bir his bırakıyor. Çünkü Glawogger gezerken bir taraftan da günlük tutuyor. Belgesel, o görüntülerle günlüklerin bir araya gelmesinden oluşuyor. Tamamen akan görüntüler birbirleriyle bağlanmıyor gibi ama bağlanmadığını düşündüğünüz görüntüler size yukardan bakma şansı veriyor ve büyük bir resmi, hem politik hem de spiritüel bir resmi aynı anda görmenizi sağlıyor. Bu bölümde beni en çok etkileyen film galiba bu oldu. “Love True” filmini de bu yaz seyredip, bayılmıştım. Aşkın ne olduğunu dünyanın farklı yerlerinden üç çiftin hikayesi üzerinden anlatıyor. Yönetmen insanların hayatlarına girerken bir tür terapi modelini de kullanıyor. Yani aslında o hiç müdahale etmeyen belgeselcilik anlayışından, hayatla oynayan bir belgeselcilik anlayışına giriyoruz. Yönetmenin dokunduğu yerler o insanların en kırık yerleri. Aşk aslında hepimizin en kırık yerlerine değen birşeydir ya dolayısıyla  belgeselciliğe başka bir bakış getiriyor. Belgeselin şifa olup olamayacağını daha üretim sürecinden sorgulayan bir belgesel, onu da çok seviyorum. Bu ikisi belgesel de farklı bir şekilde spiritüel, psikolojik ve politik bir bilgiyi benim için paket halinde verebiliyorlar ve “gerçeği böyle izleyebilirsiniz, gerçek budur” diyen herşeyin tam tersini söylüyorlar aslında. Gerçek en kırık yerlerimizden en büyük resimlere kadar böyle devamlı dolaşan parça parça birşey yani.

Bu sene sizi heyecanlandıran, seyircilerin özellikle izlemesini istediğiniz favori filmleriniz neler?

Love True’nun dışında Kelly Reichardt’ı “Certain Woman” filmini sayarım. İsrail filmi “Death in the Terminal” de çok çarpıcı. Bir otobüs garında bir terör saldırısından sonra masum bir insanın linç edilmesinin hikayesi. Bu tabii oranın dünyasını değiştiren bir gerçek. Bunun belgeselini yapmışlar. Hem güvenlik kameralarından aldıkları görüntüler hem de o an orada bulunan insanları konuşturmuşlar. Bence bizi çok zamanlı bir şekilde uyaran bir film. Çünkü bu şok ve korku anlarında yapabileceğimiz hataların çok yanlış yerlere gidebileceği uyarısını yapıyor. Bize dayatılan büyük bir resim ve o resmin içinde kendimizi bulabilmemiz ve o resme rağmen kendimizin her an farkında olabilmemiz için yapılmış filmler gibi geliyor bunlar. Kendinin farkında olabilmeye devam edebilmek, güç istiyor şu anda. ‘İcarus’ da çok etkileyici bir film.

“Yaşadığınız şehir yok oluyor ve siz izliyorsunuz”. Tamer El Said’in “Şehrin Son Günleri” filmi de bugünlerde çoğumuzun hissettiği bir duygunun filmi gibi.

Bu filmi ilk izlediğimde şöyle düşündüm. Bizim dilimizde tam karşılığı olmayan bir kelimeyi anımsadım. “Önceden özlemek”. Bir şeyin biteceğini, değişeceğini ve yoksunluğunu yaşayacağınızı anladığınız andan itibaren o şeye duymaya başlayacağınız bir özlem var. Filmin çekimlerine Tahrir’in hemen ardından ya da biraz öncesinden başlıyorlar. Aslında kurmaca bir film. Başrol oyuncumuz Khalil aynı zamanda bir belgesel yapımcısı. Onun görüntüleri üzerinden gidiyoruz. Annesini kaybediyor ve sevgilisi de şehri terk ediyor. Şehirde kendisine oturacak yeni bir ev bulamıyor. Gerçekten hepimizi bu filmde kendimizi bulacağız. Çünkü bu şehir bizim evimiz.

Ali Kemal Çınar’ın yeni filmi Genco da “Ev” bölümünde gösterilecek. Geçen sene de Veşartî (Gizli) filmi “Keşif” bölümünde gösterilmiş ve ödül almıştı.

Evet Veşartî’yi çok sevmiştik. Genco da o kadar “Ali Kemal Çınar kafası” bir film ki! Diyarbakırlı süper kahraman hikayesi çok enteresan. Ali Kemal gibi bir tane daha yönetmen tanımıyorum valla. Gerçekten çok keyif alarak programladığımız bir film oldu. Ali Kemal bu sene de süper kahraman olarak karşımızda.

Filmlerin yanı sıra atölye ve yan etkinlikler de dikkat çekiyor. Bu sene neler bekliyor seyirciyi?

Biraz önce de bahsettiğim, “!f Müzik” bölümünde “Kuan ile ses ve frekans farkındalığı atölyesi” var. Kuan’ı insanlarla tanıştırmak güzel olacak. Hareket tarafında da “capoeria ve hip hop” yolundan giden Bboy Neguin’in bir atölyesi var. Onlar çok kıymetli. Erol Mintaş ve Zaid  Baqaeen, akıllı telefonla belgesel çekme atölyesi yapacaklar. O da çok güzel. Bu senenin güzelliklerinden bir diğeri ise, böyle çok canımız yanarken kendi kendimize peki “kim bizi iyileştirir” diye sorduğumuzda, ortaya çıkan bir takım isimleri bir araya getiren “küçük sohbetler” fikri oldu. Cem Yılmaz ile Taner Ceylan, Birhan Keskin ile Yeşim Ustaoğlu sohbetleri çok heyecan veriyor bize. 

“İzmir” ve “Her Gün Bahar Olmuyor” filmleri Ermeni müziğine, geçmişe ve kaybolan kentlere bakan filmler olarak programda yer alıyor. 

“Her Gün Bahar Olmuyor, udi Hrant Kenkulian'ın ve 1930'lu yıllarda yıkılan Pangaltı Ermeni Mezarlığı'nın izlerini günümüzdeki kalıntıları üzerinden ararken, mekanı ve müzisyenin durma biçimini bir enstalasyonmuş gibi kullanıyor. İşte bu biraz Tamer El-Said’in filminin verdiği his gibi. Bu sefer daha ileri bir zamandan bakıyoruz ama kayıplara, mekanlara, kaybolan müziklere ve illa bizimle kalan müziklere bakıyoruz. Çok özel bir film. Yine aynı şeyi söyleyeceğim, spiritüel olanla yani ruhu besleyenle, politik olanın duruş ve anlayış açısından aslında aynı şey olması gerektiğinin altını çizebilen bir film. İzmir de yine aynı şekilde yaşadığımız kenti ve evimizi kaybetmekle ilgili. Daha doğrusu bütün nüfusların nasıl kaybolduğunu hatırlatıyor. Gidenlerin torunlarına anılarını bırakabilmiş olmaları ya da torunların o anıların peşinde gitmeye çalışmalarıyla ilgili “kayıp” kokan filmler.

Festival programı ve detaylı bilgi için tıklayın.   

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema

Etiketler

İf İstanbul


Yazar Hakkında