‘Filistin dünyanın en tehlikeli sorunu olmaya devam ediyor’

Amira Hass, Nazi toplama kamplarından sağ kurtulan bir ailenin çocuğu olarak 1956’da Kudüs’te doğdu. 1989’da İsrail’in Haaretz gazetesi için çalışmaya başlayan Hass, 1993’ten bu yana Filistin’de yaşıyor. Önce Gazze ardından da Batı Şeria’da yaşayan Hass, Filistinliler arasında yaşayan tek İsrailli gazeteci olma özelliği taşıyor. 2009’da Uluslararası Hrant Dink Ödülü’ne layık görülen Hass ile kendi yaşam öyküsünü ve Filistin’deki son durumu konuştuk.

Kudüs’te Holokost’tan kurtulmuş bir ailenin çocuğu olarak doğdunuz. Ailenizin hikâyesiyle başlayalım… 

Evet, hem annem hem de babam soykırımdan kurtulmuş insanlar… İsrail’e mülteci olarak geldiklerini söyleyebiliriz. Yani Siyonist oldukları için İsrail’e gelmediler. Holokos’tan sonra da sürgün edildikleri ülkelerine; babam Romanya’ya, annem de Yugoslavya’ya döndüler. Orada pek iyi karşılanmadıklarını görmüşler. Bunu anlamam uzun yıllar aldı. Bundan bahsetmezlerdi. Büyüdükçe, Avrupa’ya gidip orada bir süre yaşayınca neler hissettiklerini daha iyi anlamaya başladım. Döndükleri yerde kendi cemaatlerini bulamamışlar. Yahudiler dışında kalan toplumun geri kalanı olduğu gibi hayatlarına devam ediyormuş. Bu madalyanın bir yüzü. Öte yandan annem de babam da komünistler. Avrupa’ya geri döndüklerinde Komünist Partisi ile devam etmek istemişler. Fakat Yugoslavya halkı Alman işgali altında kalmıştı; Romanya da kısmen öyleydi. Bu süreç çok uzun sürmemiş olsa da her iki ülkede de halkın çoğunluğunun beyni antisemitizm ideolojisi ile yıkanmıştı. Böyle olunca da Yahudiler geri geldiklerinde pek de iyi karşılanmadılar. Bu durum Polonya, Hollanda gibi ülkeler için de geçerliydi. Mesela Hollanda’yı insanlar hep farklı görürler ama Holloandalı Yahudiler, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerine geri döndüklerinde düşmanlıkla karşılaştılar. Komünist olan annem ve babam için ise hayal kırıklığı daha büyüktü. Aileme istenmediklerini hissettiren pek çok olay olduğu için İsrail’e mülteci olarak gitme kararı aldılar. Buna rağmen komünist ve enternasyonalist-evrenselci fikirlerinden hiçbir zaman ödün vermediler. İsrail’e geldiklerinde de ikisi de İsrail Komünist Partisi’ne üye oluyorlar. Zaten partide tanışıyorlar. Ben bu karmaşık gerçekliğin içine doğdum.

Yaşamım içerisinde tam olarak ne zaman öğrendiğimi, farkına vardığımı bilmediğim birkaç şey var: Biri elbette ismim; tam olarak ne zamandan beri ismimin Amira olduğunu idrak ettiğimi hatırlamıyorum. Diğerleri ise komünizm ve Holokost. Bunların içinde doğdum, bunlarla büyüdüm. Ailemin komünizme olan inancını, Holokost’tan hayatta kalanlar olarak sahip oldukları deneyimlerini de bundan ayrı tutmak kolay değil.  

Bir yandan bütün hayatta kalanlar gibi bunalım yaşıyorlardı; diyebilirim ki tüm hayatları böyle geçti. Fakat bunalımda olduklarının pek farkında değillerdi. Bu durum, elbette benim hayatımı da etkiledi. Kaliteli yaşam kurmak için, kişisel rahatları için hırsları yoktu. Fakat komünist olarak çok azimlilerdi; dünyayı değiştirmek için hırsları vardı. Bu komünist olmalarının bir sonucuydu. Eşit ve özgür bir dünya kurma inançları o kadar büyüktü ki bu onlara Holokost’ta yaşadıklarını bi nebze de olsa unutturuyordu. İşte böyle bir ailenin içine doğdum.

İsrail yönetiminin Filistinlilere yaptığı baskılara çok net bir şekilde karşıydık. Ailecek komünist olduğumuz için böyle bir tutum takınıyorduk. Yugoslavya’da doğmadığım, orada yaşamadığım için çok şanslıyım. Öyle olsaydı egemen sınıfın mensubu olacaktım. İsrail’de ise komünistler dışarıdan gelenlerdi. Sovyetler Birliği’ndeki adaletsizliği belki göremiyorlardı ama yaşadıkları ülke olan İsrail’de ‘öteki’ydiler. Ötekileşmiş bir ailede büyüdüğüm için mutluyum. Okulda beni çok sevmezlerdi; sınıf arkadaşlarımla Araplar hakkındaki görüşlerimiz farklıydı. Aileme karşı isyankâr da değildim; yolum çok belliydi. Bana mücadeleci olmayı, adalet için savaşmayı ailem öğretti. Yahudilik içinde de annem ve babam mücadele etmişlerdi. Ortodoks bir ailede doğmuş olan babam 13,14 yaşındayken inançlı olmadığını anlayıp, hayatına öyle devam etmiş. Öte yandan da Yahudiliğin babam için büyük önemi vardı. Mesela bana anlattığı bir hikâye vardı. Romanya’da karma bir okula gidiyormuş. Yahudi öğrencilerin Cumartesi günleri okula gidecekleri fakat öğretmenlerin yazılı ödev yaptırmayacağı konusunda anlaşmışlardı. Ortodoks Yahudiler Cumartesi günleri çalışmaz; yazılı herhangi bir şey yapmazlar. Babamın antisemit tarih hocası ise Cumartesi gününe yazılı sınav koymuş. Sınıftan sadece iki Yahudi öğrenci bu sınava girmiş. Diğerleri ise babamın önderliğinde buna karşı çıkıp, sınava girmemişler. Sınavdan sonra da o sınava giren iki öğrenciyi babam dövmüş. Yani o yaşlarda artık Cumartesi günleri sigara içiyormuş ama antisemit tarih hocasına karşı bir duruş sergilemeyi de ihmal etmemiş. Bu tür hikâyelerle büyüdüğüm için, görüşlerim ve inançlarım uğruna mücadele etmek benim için sıradışı bir şey olmadı. 

Ve böylece kendi topraklarında baskı altında tutulan Filistin halkının hakları için mücadele etmeye başladınız…

İsrail’in Filistin üzerine uyguladığı baskı ve adaletsizliğin boyutlarını anlamak zaman alıyor. ABD de yerli halkı bastırıp, yeni bir ulus yaratarak kurulan bir devlet. Ben de bir mülteci çocuğuyum. Ayrıca Filistinlilerden farklı olarak Yahudilerin o topraklara mitolojik bir bağı olduğunu inkâr etmiyorum. Filistinlilerin çoğunluğu ise Yahudilerin bu bağını inkâr ederler. Bu şu anlama gelmiyor: Eğer böyle bir bağ varsa, yani Yahudiler dini anlamda o topraklara bağlılarsa Filistinlileri yerlerinden etme hakkına sahip. Hayır! Bence böyle bir bağ var ama İsrail’in Filistinlileri yerlerinden etme hakkı yok. Tarihten anladığım Holokost öncesi Yahudilerin çok küçük bir yüzdesi siyonizmi kabul ediyordu. Yahudilerin çoğu Avrupalıların kendilerine karşı yaptıkları ırkçılıkla mücadele etmenin başka yollarını arıyordu. Yüzbinlerce Yahudi Rusya’dan ABD’ye göç etti, Almanya’da bazı Yahudiler asimilasyon çağrısı yapıyordu. Bazıları ise kültürel bağımsızlıktan yanaydı. Açık bir şekilde kolonyal çizgiyi takip eden siyonizm Yahudiler  arasında çok da meşru değildi. Siyonizm Holokost’tan sonra yaygınlaşmaya başladı. Avrupa’nın Yahudilere “sizi istemiyoruz” demesi bunda etkili oldu. Avrupa’dan kaçan mülteciler, İsrail’e gelip kolonyal bir projenin parçası haline geldiler. Anneme de babama da İsrail’e geldiklerinde ev teklif etmişler. Nakba’nın ne olduğunu tam anlamadıkları o dönemde bile “Biz kendimiz mülteciyken, başka mültecilerin evini nasıl alırız” diyerek bunu reddetmişler. Yani çok acı ama orada doğdum. Ne yapmalıydım? Zaman geçtikçe Nakba’nın kapsamını kavramak duygusal anlamda daha da zorlaşıyor.

Evet, Yahudiler soykırıma uğradı. Neyse ki Filistinlilere soykırım yapılmıyor. Fakat Holokost beş yıl sürdü. Bunun ardından da hayatta kalan Yahudiler hayatlarını sürdürdüler. Filistinlilerin çilesi ise bitmiyor. Her yıl İsrail yönetimi yeni baskılar, yeni işgal planlarıyla ortaya çıkıyor. İsrail son 25 yıl içinde kolonyal devlet olduğunu kanıtladı. Oslo Antlaşması ile İsrail bunun tersini ispatlayabilirdi. Bu, Filistinliler tarafından İsrail’e sunulan bir şanstı. Filistinliler için ise acı bir karardı. Topraklarının sadece yüzde 35’inde Filistin devleti kurmaya razı olmuşlardı.  İsrail ise günümüze kadar bu şartlarda bile Filistin devletinin kurulmaması için elinden geleni yapıyor. Zaman geçtikçe İsrail’in ne kadar tehlikeli olduğunu daha iyi idrak ediyorum. Bu da elbette bana acı veriyor. 

Bir Yahudi olarak neden Batı Şeria’da yaşamaya karar verdiniz?

İsrail her ne kadar adil bir devlet olmasa da iki uluslu bir devlettir. Filistinliler ülkede yaşıyor. İsrail Komünist Partisi’nde Filistinliler hep oldu. Ben üniversitedeyken solcularla  birlikte hareket ediyordum. Dolayısıyla çevremde Filistinliler her zaman oldu. Önce Gazze’ye, daha sonra da Batı Şeria’ya taşınmam bir gazeteci olarak aldığım kararlardı. Önce Gazze’ye oradaki olayları takip edip yazmak için gittim. 1980’lerin sonunda üniversite ile sorunlarım vardı ve yüksek lisansımı yarıda bıraktım. Daha sonra iş aramaya başladım ve Haaretz’e redaktör olarak işe girdim. ‘İşçi Yardım Hattı’ diye bir kurum vardı. Bu kurum, işverenlerden maaşlarını alamayan Filistinli işçilere destek veriyordu. O zamanlar işçi hakları biraz daha iyi durumdaydı. İşvereni arayıp “Bakınız, bu kişi çalışmış ve maaşını sizden alamamış” diyordum. İşverenler ise genellikle, “Evet, evet, biz de onu arıyorduk” cevabını veriyorlardı. Böylece maaşlar ödeniyordu. Enformel bir şeydi başta. Şu anda ise büyük bir kuruma dönüşmüş durumda. Filistinlilerle beraber diğer işçilerin de hakları için mücadele veren bir kurum bu. Bu işle beraber Gazzeli birçok insanla tanıştım ve oraya gitmek istedim. Ondan önce de aktivist olarak Gazze hep odak noktasıydı benim için. Fakat Haaretz gazetesi için çalışmaya başladıktan sonra Gazze’yle ilgili haberlerin hatalı ya da eksik olduğunu fark ettim. O yüzden yazmaya başladım, asıl işim redaktörlük olsa da Gazze üzerine yazıyordum. Sonra Gazze’ye taşınma kararı aldım fakat gazeteye sekiz ay boyunca haber vermedim. Bunu yasadışı bir hamle olarak görmelerinden korkuyordum. Daha sonra ise yazmaya başladım. Artık 25 senedir Filistinlilerle yaşıyorum. Benim için bu sıradan ve normal gazetecilik kararı. Bu benim kişisel kararımdı. İşgali kendim hissetmek, yaşamak istiyordum. Günübirlik bir ziyaretçi olarak Gazze’yi yazmak istemiyordum. Gece sokağa çıkma yasakları, askerlerin uzun namlulu silahlarını görmek istiyordum. Elbette Filistinliler kadar bunu yaşayamam. İsrail devleti beni tehdit olarak görmüyor. Evim tehlikede değil. Fakat işgalin günlük hayata yansıyan yüzünü deneyimlemek istiyordum. Kaldıkça kaldım, her seferinde daha da derinlerini öğrenmek istedim. Zamanla bu, siyasi bir duruşa dönüştü. Benim için iki toplumda yaşamak önemli. Kolayca giriş çıkış yapma ayrıcalığım var. Batı Şeria'da yaşamak benim için daha kolay. İsrail’de Nakba’yı görüyorum. Filistinlilerin kovulduğu boş toprakları görüyorum; onların varlığını hissediyorum. Önceden bu siyasi ve entelektüel düzlemdeydi, bugün daha çok duygusal. 

Sizinle ilgili olarak genellikle “çok sert ve çok eleştirel” suçlamaları yapılıyor. Diğer gazeteciler Filistin’deki gündelik hayatı yazarken, siz İsrail yüzünden yaşanan sorunları yazıyorsunuz. Sözünü ettiğiniz duygusal bağla mı ilişkili bu durum?

Baştan beri Oslo Antlaşması’nın Filistin’in çıkarına olmadığını görüyordum. O zamanlar bunu yazdığımda ise gazete yönetimi benim radikal sol görüşlere sahip olduğumu ve bu nedenle böyle yazdığımı söyledi. Radikal bir solcu olduğum için olumlu gelişmeleri gözardı ediyormuşum. Fakat gerçekleri görüyordum. Bunun solculukla ilgisi yoktu. Filistinlilerle görüşüyordum. Onlar bu antlaşmaya hazırlardı; kabusu bitirmek istiyorlardı. İsrail’in barış istemediğini, Oslo Antlaşması’nı da barış için kabul etmediğini günümüzden bakarak da yazıyorum. Günümüzde ise gazete yönetimi haklı olduğumu itiraf ediyor. Ben katı değilim; bulgulara dayalı olarak yazıyorum. Duygusal savrulmalara kapılmadan, bilgiye dayalı yazılar yayınlıyorum çoğu zaman… Bu, beni sertlikle eleştiren insanların duymak istedikleri bir şey değil elbette… 

İki toplum arasında yaşama ayrıcalığına sahip olduğunuzdan söz ettiniz. Günümüzde İsrail halkının Filistin’e bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu konuda çok önemli, cesur gruplar, oluşumlar var fakat sayısal olarak çok azlar. Genel toplumdan bahsedecek olursak, işgalden faydalandığı için işgali desteklediğini söyleyebiliriz.  Oslo süreci İsrail’e işgalci etiketinden kurtulma fırsatı verdi. Aynı süreç, İsrail’in işgal alanının genişlemesi için de fırsat oldu. Filistin, ekonomik olarak Oslo sürecinden önce daha iyi durumdaydı. İsrail, işgal ettiği topraklarda ekonomiyi kontrol altında tutuyor olabilirdi ama Filistinliler orada çalışabiliyordu. Şimdi İsrail, Filistin’in ekonomik gelişmesini kolaylıkla engelleyebiliyor. Dünya Bankası, Filistin’in her yıl ekonomik olarak geriye gittiğini açıkladı. Uluslararası kamuoyu Filistin’in ekonomik kalkınmasını destekleyecekti ama Filistin’de günümüzde ekonomik yaşam durduğu için sadece insani yardım yapılabiliyor. Filistinlilere gıda ve su yardımı yapılıyor çünkü Filistin’de ekonomi durmuş durumda. Oslo sürecinden önce İsrail işgal ettiği topraklardaki insanlar için sorumluydu. Oslo süreci, işgalin sürmesine izin verdiği için İsrail’in bu sorumluluğu ortadan kalktı. Bu nedenle İsrail işgali şimdi daha rahat savunulabiliyor.  

İsrail Parlamentosu Knesset’in kabul ettiği ulus-devlet yasasına dair ne düşünüyorsunuz? Bu yasa Filistinlilerin hayatını nasıl etkileyecek?

İsrail sınırları içerisinde var olan eşitlikten bahsediliyordu. Bu yasalarda olan ama gerçekte hiçbir zaman var olmayan bir eşitlikti. İsrail’de yaşayan Filistinlilerin elinden toprakları, varlıkları alındı ve hiçbir zaman da iade edilmedi. Ayrımcılık birçok şekilde ortaya çıkıyor. Fakat resmi dilde eşitlik kavramı hep vardı. Arapça resmi dildi şimdi ise resmi dil olmaktan çıkıyor. Bu yasa, geleceğe dönük ırkçı tohumlar atıyor. Arapçanın resmi dil olmaktan çıkması İsrail’in görüntüdeki demokrasisini ‘etnokrasi’ye çevirdi. Tehlike burada. Yeni nesiller artık Filistinliler ve Yahudiler arasında eşitlik yok diye eğitim görecekler. Ve bu artık yasal. Bu yasalar Filistinlilerin topraklarını işgal etmeyi meşrulaştıran diğer yasalarla birlikte düşünüldüğünde oldukça tehlikeli.

‘İsrail’de sağcı gruplar güçleniyor’

Filistin sorunuyla ilgili ne yapılmalı? Dünya kamuoyuna ne tür sorumluluklar düşüyor?  

İsrail’in Filistin işgali dünyada en çok bilinen işgallerden birisi. Filistinliler Afrika halklarına göre daha çok insani yardım alıyor. Avrupa ve ABD, İsrail’i umursadıkları için Filistin meselesini umursuyorlardı. Şimdi ise Filistin’deki duruma ilgi duymayan hükümetler var. Eskiden istediğimiz sonuçları alamasak da Filistin meselesi dünyanın gündeminde en ön sıralarda yer alıyordu. Şimdi ise öyle değil. Bence bu durumu değiştirecek olan Filistinlilerin kendisidir. Filistinliler izledikleri siyasetlerde değişikliğe gitmeli. Dünyaya birbirinden farklı mesajlar gönderen iki hükümet varsa ne yapılmalı? İsrailliler hükümetin işgal politikasını durdurumak için ellerinden geleni yapmalı. Ama öte yandan da Filistinliler harekete geçmeli. Uluslararası konjonktür şu anda Filistin lehine değil. Bu nedenle işgale karşı silahlı mücadele ile bir şey elde edilmesi çok zor. Dünyayı Filistin meselesinin çok tehlikeli olduğuna ikna etmeliyiz. Filistin’in dünyanın en tehlikeli bölgesi olduğunu, her an üçüncü dünya savaşına neden olabileceğini dünyaya hatırlatmalıyız. İsrail’de sağcı gruplar güçleniyor. Tanrı’nın Yahudilerle olduğunu düşünüyorlar ve çok radikal talepleri var. Böyle düşünenler hükümette ve orduda etkililer. Bu nedenle de çok tehlikeliler. Uluslararası kamuoyuna bu durumun ne kadar tehlikeli olduğunu, ne tür bir küresel krize yol açabileceğini anlatmamız lazım. 




Yazar Hakkında