Geçmişle gelecek arasında bir köprü: 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı

Sebat Apartmanı, İstanbul’un göbeğinde yüzyılı devirmiş bir apartman. Her gün yüzlerce insanın geçtiği Halaskargazi Caddesi üzerinde. Agos gazetesine yıllarca ev sahipliği yapan,Hrant Dink’in yıllarca çalıştığı, her hafta gazetesini hazırladığı çalışma ofisi da bu caddede… Aynı zamanda bir olay mahali. Dink’in tehdit edildiği, kapısında ölüm tehditlerinin savrulduğu, kimsenin bu tehditlere karşı kılını kıpırdatmaması sonucu, 19 Ocak 2007’de öldürüldüğü yer burası. Aynı zamanda binlerce insanın her 19 Ocak’ta adalet talebiyle yürüdüğü yer…

Agos gazetesinin eski ofisinde bir süredir hummalı bir çalışma yürütülüyor. Unutturulmaya karşı hatırlamak, hatırlatmak ve hakikatin keşfedilmesi için bir hafıza mekânı kuruluyor. 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı adıyla Nisan 2019’da ziyaretçilerle buluşması hedeflenen mekân, ismini Hrant Dink’in 23 Nisan 1996’da Agos’ta yayımlanan 23,5 Nisan başlıklı köşe yazısından alıyor.

Bunun için kapsamlı bir hazırlık süreci yürütüldü. Bu süreç “Yirmiüçbuçuk Hrant Dink Hafıza Makanı Hazırlık Süreci Raporu” adıyla yayınlandı.

Hrant Dink Hafıza Mekânı Projesi Koordinatörü Nayat Karaköse, mekânın kuruluş öyküsünü ve bundan sonra mekânda neler yapmak istediklerini Agos’a anlattı.

 Hafıza mekânı nedir? Neyle karşılaşacağız? 

Geçmişte önemli bir olaya ev sahipliği yapan bir mekân, geçmişin acı, şiddet içeren olaylarının mekânı haline gelen binalar,araziler, caddeler,kolektif bellekte yer eden bir hakikatle ilişkili yapılar hafıza mekânı olarak nitelenebilir. Bunlar yaşanmışlığı olan, katman katman hikâyeler barındıran ve toplumda iz bırakan yerler. Nazi kampı da, bir hapishane de hafıza mekânı olarak nitelenebilir ama illa ki negatif anlamları olması da gerekmiyor, pozitif geçmişe sahip olan yerler de hafıza mekânı olabilir, bir direnişin, devrimin mekânı gibi.

Hafıza Mekanı Hazırlık Süreci Raporunda, biz zor geçmişle yüzleşen hafıza mekânlarından bahsediyoruz. Müzelerden daha farklı. Bir yandan hissettiren, tefekküre yönelten, bir yandan da diyalog ortamı yaratan, empati ve karşılıklı anlayışı besleyen, yaşayan yerler buralar. Müzeler genellikle yaşayamayanlarla ilgilenir, geçmişle ilgilenir. Hafıza mekânları ise yaşayan yerlerdir. İnsanların sadece nasıl öldüklerine değil nasıl yaşadıklarına da bakan, geçmiş ile şimdi ve gelecek arasında köprü kuran mekânlar. Aynı zamanda da negatifliği pozitifliği dönüştüren, umut duygusunu da veren mekanlarla karşılaştık.  

Bu yaklaşım hazırlık sürecinde ortaya çıktı. Auschwitz Toplama Kampı’na gittiğinizde 1 milyon 100 binin üzerinde kişinin katledildiğini öğreniyorsunuz. Güney Amerika’da bir sürü yasadışı gözaltı merkezi görüyorsunuz. İnsanlar işkence görmüş, öldürülmüş, helikopterlerden nehrin ortasına atılmış. Mekanlar çok ağır ve zamanla umut bunun neresinde diye düşünmeye başladık. Bu yeni yaklaşımlarda tartışılan bir konu. İnsanları cesaretlendirmek, mekândan güçlenerek çıkartmak hafıza mekânlarının önemli işlevlerinden birisi olmaya başladı.

Agos’un eski ofisi, sadece 19 Ocak 2007’yle sınırlı değil. Hrant Dink ne yazık ki orada öldürüldü, bir trajedi mekânına dönüştü ama ondan önce de başka anlamları vardı. Zaten mekân olarak, Sebat Apartmanı yaklaşık 100 yıllık bir bina. Burası bir umut mekânıydı, üretim mekanıydı. Agos’un orada olması, serpilmesiyle bir dönüşüm mekanıydı. Biz orayı yeniden umut, hafıza mekanına dönüştürmek istiyoruz. Geçmişi hatırlatırken, geleceğe de söz söyleyen bir mekân yaratmak önemli. Ziyaretçilerin defalarca gelmesini istiyoruz. Oradan güçlü çıkmasını istiyoruz. Kendilerini rahatsız eden konularla ilgili olarak nasıl harekete geçebilirler, ne gibi adımlar atabilirler konusunda cesaretlenmelerini diliyoruz.

Hafıza mekânları didaktik yerler değildir. Bilgiler vardır ama bilgilerden çok soru sorduracak bir mekan olacak. Hrant Dink neden öldürüldü, empati nedir, demokrasi nedir gibi sorulara kadar. Ziyaretçiler, hissettirecek, hatırlatacak, diyalog ortamı yaratacak, bilgi sağlayacak ama barışın inşası için bir umudu ve tahayyülü teşvik eden bir mekanla karşılaşacak.  

Sadece 19 Ocak 2007’yle sınırlı olmayacak anladığım kadarıyla...

Sadece 19 Ocak değil. Orada Agos Gazetesi vardı. Agos neden doğdu, neyin ihtiyacıydı, nasıl serpildi, nelere vesile oldu, nasıl farkındalık yarattı. Agos bir başarı öyküsü. Hrant Dink’i de putlaştırmak istemiyoruz.  Sıradan bir insanın sıra dışı ve ilham verici bir yaşam öyküsüne ışık tutmak istiyoruz.

Mekanda Hrant Dink’in çocukluğunu da görecekler. O çocuklukta farklı anlatımları görecekler.  Biz yola ilk çıktığımızda, insanlara sorduğumuzda, burada her şey olsun deniyordu. 12 Eylül olsun, Dersim olsun, 6-7 Eylül olsun. Her şeyi anlatmak istediğinizde hiçbir şey anlatamıyorsunuz aslında. Biz aslında Türkiye’nin toplumsal vicdanında yara açmış olayları, Hrant Dink’in deneyimi üzerinden yola çıkarak anlatmaya çalışacağız. Mikro hikâyeler üzerinden büyük resmi anlayabilecek insanlar.

Agos’un arşivi de orada olacak. Agos arşivi üzerinden farklı dönemleri, konjonktürel gelişmeleri okuyabilme fırsatı bulacaklar.

Agos üzerinden pek çok meseleye kadar ulaşabileceğiz, öyle değil mi?  

Hafıza mekânlarının özelliklerinden biri de ziyaretçileri mekana dahil edebilmeleri. Orada kırmızı kordonlar olmayacak, ona dokunma buna dokunma denmeyecek, aksine ziyaretçiler mekânı dokunarak, yaşayarak, üreterek hissedecekler.  Ziyaretçi gelsin, kahvesini alsın ve bütün gün Agos’un arşivine baksın, ilham alsın, üretsin istiyoruz. Agos büyük bir külliyat. Ziyaretçilerin bu külliyattan faydalanabilmeleri çok kıymetli.

Türkiye’de veya dünyada bir benzeri var mı?Fotoğraf: Berge Arabian

Türkiye’de bu tarzda bir yer yok. Dünyada çok örneği var. Bir çoğunu görme fırsatımız oldu. Her mekana bakmaya çalıştık, beni en çok Güney Afrika’daki ‘Distirict 6 Müzesi’ etkiledi. Olağanüstü bir örnek. Cape Town’da ırkçı Apartheid rejimi, pek çok yeri beyaz bölge ilan ediyor ve insanlardan buraları boşaltmalarını istiyor. Ama boşaltmak dediğin evlerin, işyerlerinin, kültür merkezlerinin, hastanelerin üzerinden buldozerler geçiyor. ‘Distirict 6’, 60 bin kişinin zorla yerinden edildiği bir yerde kurulmuş. Eskiden kiliseymiş, kiliseleri yıkmamışlar. Bir hafıza mekânı aslında. 1994’de müzeye çevrilme çabaları başlamış. Müze ama tam olarak yaşayan bir yer. Geçmişin mağdurları hikâye ve hafızalarını müzeye emanet ederek adeta  müzenin küratörü olmuşlar. Onları dahil edebilmek çok önemli. Biz yaptık oldu diyen, üstenci bir bakış değil. İnsanları çağırmışlar, hikayelerini dinlemişler, mekanda ne görmek istediklerini sormuşlar. Biz de biraz bunu yapmaya çalıştık. Katılımcı ve kapsayıcı bir süreç yürüttük. Kendimizle sınırlamadık. Farklı gruplardan, farklı disiplinlerden, farklı yaş gruplarından insanlarla yirmiye yakın toplantı yaptık. Birçoğunu da Sebat Apartmanı’nda, mekânın atmosferi içinde düzenledik.  Ne görmek istediklerini ve ne görmek istemediklerini sorduk. Bunu sadece İstanbul’la sınırlamadık, Ankara, Hatay, Mardin, Yalova’da toplantılar yaptık. 200’ün üzerinde kişiden fikir aldık. Mekânın misyonu ve vizyonun gelişmesinde bu görüşler etkili oldu. ‘Distirict 6 Müzesi’de öyle. Çok gerçek ve samimi bir hikâye var orada. Mağdur, mağdur kimliğine sıkışmamış ve dönüşümün aktörü olmuş. Burada da gereken şey, dönüşümün nasıl aktörü olunacağı. Mağdur kimliğini sahiplenip, bu kimlik üzerinden söylem oluşturuyor ama bunu işe yaramadığını biliyoruz. Mağdur kimliğini bir kenara bırakıp, değişimin dönüşümün aktörü nasıl olabilirsin buna bakmak mesele. Geçmişin yaralarını nasıl güce dönüştürebiliriz, nasıl iyileşebilir ve iyileştirebiliriz buna daha çok bakmamız gereken bir dönemde yaşıyoruz. Hrant Dink Vakfı da aslında bu yaklaşımı en başından beri benimseyerek çalışmalarını yürütüyor.

Burada da aslında mağdurun yüzleşmeye dönük bir çabası var. Peki bu fikir nasıl ortaya çıktı? İlham kaynağı neresi?

Yıllar önce akademisyen dostumuz  ve aynı zamanda Hrant Dink Vakfı Yönetim Kurulu üyeliği yapmış olan Ayşe Gül Altınay’ın, vicdan mekânları kavramından yola çıkarak Türkiye’de de bir vicdan evi olmasını ve Hrant Dink Vakfı’nın buna öncülük edebileceğini önermişti. Hafıza mekânları aynı zamanda birer vicdan mekânıdır. Agos’un eski ofisinden taşınması gündeme gelince, eski yer ne olacak sorusu ortaya çıktı. Oradan taşınmak mümkün ama ayrılmak ne mümkün. Sahip olduğu bir hafıza ve hakikat var. Yaşanmışlık var. Kolektif bellekte, toplumsal vicdanda bir sembolü var. O zaman aslında bir vicdan mekânımız olduğunu fark ettik. 

Mekânla ilgili bir hazırlık süreci yürütmeye karar verdik. Raporunu da yayınladık. 15 ülkede 80’ini üzerinde mekân gördük. Güney Afrika, Arjantin, Balkanlar, Güney Amerika ve Avrupa’da pek çok yer ziyaret ettik. Muhataplarıyla görüştük. Tavsiyelerini dinledik. Pek çok noktada zihnimiz açıldı. Söylemin, anlatının, üslubun, sergileme tekniklerinin, mimarinin, nesnelerin, ziyaretçi programlarının ne kadar önemli olduğunu gördük. Gerçekten de insanlar burada ağlasın, üzülsün, depresif hissetsin hiç istemiyorduk. Bu insanlar nasıl güçlenerek çıkar, nasıl ilham alır, nasıl umutlanabilir buna bakamaya çalıştık. Hiç şüphesiz, üzülecekleri, yazıklanacakları anlatımlar olacak ama asla umudu, cesaretlenmeyi de içeren bir kürasyon yapmayı çok önemsedik.

Polonya’daki ‘POLİN Müzesi’ bizim için ilham kaynağı oldu. İnsanların nasıl öldürüldüklerine değil, nasıl yaşadıklarına bakıyor. Birçok müzede görüyorsunuz, Auschwitz’e gidiyorsunuz mesela, kim bu insanlar sorusunun yanıtını alamıyorsunuz, sıra sıra fotoğraflar, istatistikler görüyorsunuz. Nasıl öldükleri üzerinden birer istatistik bilgiye indirgenmiş oluyor. Ama bazı müzeler artık daha çok insanların yaşanmış hikâyelerine eğiliyorlar. ‘Buchenwald gibi’ 55 bin kişinin öldürüldüğü  bir kampta Bruno Apitz’in içinde bulunduğu korkunç koşullara rağmen kampta Shakespeare’in ‘12. Gece’sini oynayabilmiş olmasının, ruhsal direnişini nasıl koruduğunun günümüzde bir anma mekânı olan Buchenwald’da anlatılması insana aynı zamanda umut da veriyor. Ne olursa olsun vazgeçmemek…

‘POLIN Müzesi’  Yahudiler’in Polonya’daki 1000 yıllık tarihine ışık tutuyor, “İnsanlar nasıl öldüler?” yerine “Yahudiler nasıl yaşadılar?”a bakan bir müze. Berlin’de ‘Otto Weidt Müzesi’ var. Çok bilinmeyen bir müze. Orası Alman bir iş insanın atölyesi aslında. Fırça atölyesi. İnsanları Holokost’tan kurtarmak için pek çok kör ve sağır Yahudi’yi işe alıyor. Gizli bir oda yaptırıyor. Orası da çok küçük bir mekân, bizimkine benziyor. Anlatı tarzı, sadeliği, o vermek istediği duygu insanın oradan güçlenerek çıkmasını sağlıyor. Film gibi hikâye. Kurtarabildikleri ve kurtaramadıkları var. Fırça satma bahanesiyle sekreterini kurtarmaya çalışmasını bilmek insana iyi gelen bir şey.

Hem gelenler için hem de mağdurlar için bir iyileşme de sağlayacak…

Evet, yaraları iyileştiriyor. Umut her zaman var. Simon Wiesenthal, “İnsan hatırladıkça umut yaşar” der.  Hatırlamak aslında umut etmek demek. Hatırlamak aynı zamanda direnmek de demek. En büyük direniş biçimlerinden biri. Çünkü bir çaba gerektiriyor. 19 Ocak 2007’de yeni doğmuş ya da 5 yaşında ailesiyle cenazeye, yürüyüşe gelmiş kişiler gelecek ve bir kısmı hiçbir şey bilmiyor olacak. Derdimiz onlara bu meseleyi nasıl anlatacağımız. Onları üzmeden, üzerlerine ağırlık çökertmeden nasıl anlatırız meselesi. Tam böyle bir dil tutturmaya çalışıyoruz. Umutla umutsuzluk arasında kürasyon yapmak gibi. Hafıza, umut, geçmiş, gelecek hepsi bir arada olacak. Gelecek en büyük motivasyonumuz zaten. Hrant Dink’in ‘23,5 Nisan’ yazısı o yüzden bize çok büyük ilham veriyor. 23 Nisan Bayram ve arkasından 24 Nisan, biraz arada kalmışlık ama tam olarak geleceği ‘hatırlayan’ mekânlar bunlar.

Her 19 Ocak’ta insanlar gelmeye devam ediyor ve aslında bir yanıyla Agos’un eski mekanı yaşamaya devam ediyor. Sürekliliği nasıl sağlayacaksınız?

Buraları canlı tutmak için nasıl programlar yapıldığını da inceledik. Kafamızda bir program da var. İnsanlar 19 Ocak’a anmak, adalet taleplerini dile getirmek için geliyorlar, artık yaşatmak için gelecekler. Burayı güncelleyecek olan şey içindeki programlar. Birçok atölye ve eğitimler yapılacak. Ziyaretçi programları olacak. İnsanlar bir şeyler üretebilecek. Farklı meslek gruplarına, farklı yaş gruplarına göre programlar olacak. Sunduğumuz içerik çok katmanlı. Sorular sorduracak. Sorular üzerine düşününce bir kez daha ziyaret etmeniz gerekecek. Mesela Agos’un arşivi tek bir ziyarette bakabileceğiniz bir şey değil.

Türkiye’de yoğun kutuplaşmanın yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Pek çok meseleyi konuşamaz durumdayız. Böyle bir atmosferde böyle bir mekân yaratmak zorlu bir çaba değil mi?

Bu yaşadıklarımız her ülkede olmuş. Arjantin’de insanlar daha darbe devam ederken “Bu mekânları nasıl kurarız?” diye düşünmeye başlamış. ‘Distirict 6 Müzesi’,  daha ırkçı Apartheid rejimi devam ederken altyapısını kurumaya başlamış. Çünkü aslında tam bu zamanlarda bu mekanizmayı kurmaya başlayacaksın. Bugünler geçecek. Bu aynı zamanda karşıt bir strateji. Bu doğrultuda, bu idealler üzerine çalışacaklar için bir motivasyon, bir buluşma noktası. İnsanların nefes almaya, üretmeye, birlikte hayal kurmaya ihtiyacı var. Bu mekanların en önemli özelliklerinden biri de geçmişin bütün bu tecrübelerinden yola çıkarak, bizim canımızı acıtan bu sorunlara karşıt strateji geliştirme ve çözüm üretme mekânları olması. New York’taki ‘Tenement Müzesi’, eskiden göçmenlerin yerleştirildiği evlerden bahsediyoruz aslında. Bugün ABD’deki göçmen kriziyle ilgili en çok söz söyleyen kurumlardan biri. İnsanları bu konuda motive eden, projeler üreten bir yer. Müzelerin de artık tanımları değişiyor. “Ziyaretçi nasıl daha aktif olur?” sorusunu tartışıyorlar. Müzeler ve aktivizm üzerine daha çok düşünmek gerekiyor. Donuk, ziyaretçiyi dahil etmeyen, dışarda bırakan mekânların bir şeye yaramadığının farkındalar. Biz ziyaretçiler için de paylaşım ortamları yaratıyoruz.

Onlar da kendi sözlerini söyleyebilecek. Yazabilecekler. İstedikleri zaman biz onları sergileyebileceğiz. Kendi seslerini ve görüntülerini kaydetme imkânları olacak. Varsa ayrımcılıkla ilgili deneyimleri, buna karşı nasıl çözüm üretebildikleri, 19 Ocak 2007 sonrasında yaşadıkları deneyimleri, nasıl güçlenebildiklerini, bunları aşma mekanizmalarını anlatabilecekler. Hafıza mekânları ifade alanı sunan, birçok kişiye ses olan mekânlar olarak de görülebilir. Cape Town’da ‘District Six Müzesi’ni bambaşka bir coğrafyadan gezen bir kişi kendi uğradığı ayrımcılığı ifade etme alanı bulabiliyor. Farklı coğrafyalarda benzer kaderler yaşanıyor ve aslında hafıza mekânları da dünyanın birçok ülkesinden insanlar için bir buluşma noktasına dönüşüyor.

Biz Hrant Dink’i kesinlikle putlaştırmak istemiyoruz. Onun savunduğu, insan hakları, adalet, eşitlik, barış gibi evrensel değerleri kitlelerle buluşturabilecek bir mekân olacak. Mekânın ana anlatıcısı da o, gelenler anlatılan konuları Hrant Dink’in sesinden, yazılarından, videolarından dinleyecek. Hrant Dink, yalın ve net bir şekilde anlatıyor.

Devletler, hükümetler nasıl dahil olabiliyor. Böyle bir mekânı yaşatmak konusunda örnekler nasıl? 

Yüzleşmenin yaşanabildiği yerlerde oldukça kolay. Almanya’da oldukça kolay oluyor bu çalışmalar. Yüzleşmek onurlu bir şey ve bunun farkındalar. Ancak diğer ülkelerde öyle değil. Şili’de Villa Grimaldi var. Eskiden yasa dışı bir tutuklama merkezi olarak kullanılmış ve yüzlerce kişi öldürülmüş. Çok öncesinde ise restoranı, kafeleri olan bir villa. Ünlü şair Pablo Neruda da gidip orada eğleniyormuş. Sonrasında darbe döneminde gözaltı merkezi oluyor. Diktatörlük bitince mağdurlar, yakınları ve hak savunucuları bir barış kooperatifi kuruyorlar ve mekânı geri istiyorlar. Mekânı kazanıyorlar ve 1997’de bir barış parkı kuruluyor. Kazanılmış bir mekân. Bazı yerlerde mücadeleler var. Balkanlar’da sürüyor, Afrika’da daha kolay. Yüzleşme ve barış devlet tarafından sağlandığında yolu çok daha açık. Bazı ülkeler için “Bu bizim geçmişimizde bir leke biz burayı kapatalım ve beyaz bir sayfa açalım, devam edelim” deniyor. Aslında beyaz sayfa açmanın yolu unutmaktan değil hatırlamaktan ve yüzleşmekten geçiyor. Çünkü pek çok çalışma gösteriyor ki, hakikatlerle yüzleşmediğin zaman, bu şiddet ve kutuplaşma şeklinde topluma geri dönüyor.

Bizim burada en büyük gücümüz Hrant Dink’in yapıcı dili. Birilerini suçlayan, parmak gösteren bir mekân değil burası. Yani suçlu hissetmeden de üzgün ve sorumlu hissedebilir insanlar. Bugün yaşayan nesilleri geçmişte yaşanan bir şeyler için sorumlu tutamayız. Ama üzülmek, acıyı paylaşmak başka bir şey. Empatiyi ve vicdanı besleyecek bir mekân yaratmak istiyoruz. Bunun iletişimini kurmak çok önemli. Burası ziyaretçi ile iletişim kuran ve insanların birbirleriyle diyalog kuracağı birbirlerini anlamaya çalıştıkları bir mekân olacak.

Nasıl bir ekibiniz var? Bu süreçte size kimler destek oluyor?

Neslihan Koyuncu, Sena Başöz, Sumru Tamer’in de dahil olduğu dört kişilik bir proje ekibimiz ve mekâna dair fikirsel katkı sunan danışma kurulumuz var. Ayrıca bu süreçte Türkiye’den ve yurtdışından birçok uzmana danıştık.  Pattu Mimarlık mekânın tasarımını yapıyor.

Sanatçı Sarkis’in ‘acılardan pırlanta yaratmayı’ temel alan bir yerleştirmesi de hafıza mekânının daimi bir parçası olacak.

Açık Toplum Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, DVV International ve Chrest Vakfı mekânın hazırlık sürecinin ve içeriğinin geliştirilmesine destek olan kurumlar. Mekânın kurulması için de arzu edenler bağış yaparak katkı sunuyor.


Hrant Dink’in yazısı*

23,5 Nisan 

Sancılı on yıllardan çıkmış ulusun tarihinde çok önemli bir ak gündür 23 Nisan. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" düsturunun meclis salonuna perçinlendiği gündür. Ve böyle bir günün 'yaşam' denilen çocuğa ve geleceğe akıtılan mirasıdır. Türk ulusunun belki de en akıllıca yaptığı öngörünün tarihidir. 'Gelecek' ve 'çocuk' ne de güzel buluşturulmuştur öyle. Ve de ne ustaca bir değerlendirmedir yıllar sonra 23 Nisan'ı sadece Türkiye ile sınırlı tutmayıp bütün dünyanın çocuklarıyla paylaşma düşüncesi. Türk çocuklarına da dünya çocuklarına da kutlu olsun.

Yeryüzünün dört bir yanına 'savrulmuş' Ermeni ulusunun tarihinde çok önemli bir kara gündür 24 Nisan. Üç-beş Ermeni yan yana gelmeye görsünler. Alırlar ellerine pankartları dökülürler sokaklara hemen. Nedir bütün bunların sebebi, niçin yollara düşer bu insanlar 24 Nisan'da? Tarih, 24 Nisan 1915'in şafak vakti. Özellikle İstanbul'daki Ermeni aydınlar, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınırlar evlerinden. Götürülürler... Ve bir daha da geri dönmezler. İşte, birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen 'tarihsel Ermeni dramı'nın başlangıcıdır bu tarih.

Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması.

Dilerim kimse de yaşamasın bu ikilemi bir daha. 23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? 24 Nisan nasıl hafızalardan sildirilir? Bütün bunlar çözümsüz sorular değil aslında. 23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın, 24 Nisan'ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün Nisan'ı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, var olan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz.

Bir başka severim 23 Nisan'ları. Hem, bizim de hanımla evlendiğimiz gündür aynı zamanda. Gerdeğe girişimiz de 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan geceye rastlar. İlk çocuğumuza can verdiğimiz andır o. Ne 23, ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan'dır belki de o an.

*26 Nisan 1996 Agos




Yazar Hakkında

1985 doğumlu. Güncel politika, insan hakları, azınlık mülkleri ve Kürt meselesi üzerine haberler yapıyor. Musa Anter Gazetecilik Ödülleri 2008 yılı en iyi haber ödülü sahibi.