OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye, Rusya ve Batı

“Batı bizi bölmek istiyor” ezberlerini tekrarlamadan evvel, meseleye dair daha ayrıntılı ve çok değişkenli, analitik bir bakış geliştirmek gerekir. Avrupa’nın ‘Türkiye’yi bölmeye çalıştığı’ dönem, 1914-1922 arası, görece çok kısa bir dönemdir. Onun dışında, Osmanlı-Türkiye’nin istikrarlı olması, genellikle önceliğidir.

Bu köşeyi takip edenler, Türkiye, Batı (zamanına göre Avrupa ve/veya ABD) ve Rusya ilişkilerine dair daha evvel yazdıklarımı hatırlayacaklardır. Kanaatim odur ki bu üçlü ilişkide temel paradigma kabaca iki yüz yıldır pek değişmemiştir ve bu üçlü paradigmanın tarihi dinamikleri, Batılı şirketlerin Türkiye’deki yatırımları ve buna konjonktürel olarak eklenen göçmen sorunu gibi faktörler gereği veya sebebiyle, Türkiye’deki siyasi rejim demokrasiden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, ne kadar otoriterleşirse otoriterleşsin, Avrupa’nın ve ABD’nin yapmak isteyecekleri ve yapabilecekleri, üretebilecekleri politikalar sınırlıdır. Onun için, Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerinin ihlali karşısında en sık yaptıkları iş ‘endişeyle takip etmek’tir. Türkiye’de –ve birçok başka yerde– umursadıkları, demokrasiden ziyade istikrardır. 
Tarihe baktığımızda gene görüyoruz ki bu paradigma açısından Moskova’da bir çarın mı, Komünist Parti Genel Sekreteri’nin mi yoksa bir ahir zaman otokratının mı oturduğu da, temel ilkeler açısından çok fark etmiyor. Fakat tecrübe edilmeyen bir durum var; o da Rusya’nın istikrarlı bir demokrasi olması hali. Eğer Rusya’da demokratik bir rejim olsaydı bu paradigmada ne değişirdi bilmiyoruz.
Kanımca, halihazırdaki ve geçmişteki Osmanlı-Türkiye hükümetleri de Batı’nın pozisyonunun farkında ve belirtmek gerekir ki, bu paradigma içinde bu oyunu iyi oynayarak, en azından şu âna kadar, ipte kalmayı başardılar. Bu paradigmanın temel motifi, Osmanlı-Türk hükümetlerinin iki taraf arasında ‘gidip gelmeleri’, birini ötekiyle korkutmaları. Hızlıca üzerinden geçecek olursak, 19. yüzyılda Çarlık Rusyası’nın tehditlerine ve tecavüzlerine karşı temel olarak İngiltere, Osmanlı hanedanı ve devletinin yanında oldu. Tanzimat ve Abdülhamit paşaları içinde ‘İngilizci’ ve ‘Rusçu’ olanlar vardı. Duruma göre, İngiltere memnun edilmek isteniyorsa İngilizci, Rusya memnun edilmek isteniyorsa Rusçu paşalar başa getirilirdi. Böylece bir devridaim sürer giderdi. Zaman geçti, devran döndü, bu sefer Mustafa Kemal kadrosu 1920’lerdeki millîci savaş sırasında Avrupa’ya karşı Bolşevik Rusya’dan ciddi miktarda para, silah ve siyasi destek aldı. Bu kaynaklar olmasaydı Ankara hükümetinin galip gelmesi güçtü. (Taksim’deki İstiklal Anıtı’na boş yere Sovyet generalleri de konmadı. Bunu ilk defa duyanlar Google’a başvursunlar.) Aradan yirmi küsur sene geçti, İkinci Dünya Savaşı ertesinde Türkiye bu defa Sovyet Rusya’nın tehditlerine karşı Batı’ya sığındı ve bütün Soğuk Savaş boyunca bir ‘ileri karakol’ işlevi gördü. Soğuk Savaş bitti, Doğu Bloku’nun yıkılışının tozu dumanı dağıldı, bugün Türkiye tekrar Rusya ve Batı’yı birbirine karşı oynamaya çalışıyor. Çizdiğimiz bu manzaranın kimi unsurlarına daha yakından bakalım.  
Bizim sağcılarımız ve dahi solcularımız her ne kadar Batı’yı daima Osmanlı’yı ve Türkiye’yi parçalamak isteyen güçler olarak tasvir etseler de, Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde, özellikle 19. yüzyılda durum tam tersidir. İngiltere 19. yüzyılda, Osmanlı Devleti’ni, biri kendi valisine karşı olmak üzere en az üç kere ipten almıştır. Karşılığında arada oldubittiye getirerek nüfuzuna aldığı Kıbrıs, devleti yönetenlere –ki burada bu Ahdülhamit oluyor– küçük bir bedel olarak görünmüştür. İngiltere ve Fransa’nın 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünden yana tavır aldığı, duruma göre koruyuculuğunu yaptığı, bilinmeyen bir şey de değildir; dönem tarihini biraz okuduğunuzda ayan beyan görünen bir durumdur. Tabii ki İngiltere veya Fransa bunu Osmanlı’ya olan koşulsuz sevgisinden yapmadı, her devlet gibi kendilerine göre hesapları, hatta bugünkü gibi korkuları vardı. 
Tam bu noktada dikkatinizi söz konusu dönemle ilgili bir kitaba çekmek istiyorum: Kuntay Gücüm’ün Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan, ‘İmparatorluğun ‘Liberal’ Yılları (1856-1870)’ başlıklı kitabı. Osmanlı, Fransız ve İngiliz arşivlerini geniş olarak kullanan, çok faydalı bir çalışma bu (Metnin biteviye akması, okumayı ve fikri takibi kimi zaman güçleştiriyor. Daha fazla ara başlık kullanılsa, ara özetler, saptamalar daha sık yapılsa, okunması daha kolay olurmuş.) Kitap, İngiliz ve Fransız devletlerinin, diplomasisinin ve kamuoyunun Osmanlı hakkındaki fikirlerini birinci elden aktarıyor. Gücüm’ün de dediği gibi, örneğin, 15 Nisan 1856’da İngiltere, Fransa ve Avusturya, Osmanlı’nın bağımsızlık ve bütünlüğüne yönelik tehditleri savaş sebebi sayacaklarını resmen ilan ettiler. Dönemin önde gelen İngiliz siyasetçilerinden Earl Russell da, “Babıali’nin otoritesinden başka barışçıl bir formülün var olmadığını yazar.” Fransa’nın Osmanlı Büyükelçisi Thouvenel, Islahat Fermanı’nın ilanından sonra “… bütünsel varlığı Avrupa dengesinin temeli olan bir ülkenin kaderini uzatmak için elimizden gelen her şeyi yaptık” diye yazar. Bunun kamuya açık bir yazışma değil, bir iç yazışma olduğuna dikkatinizi çekerim. Yani, bir görüntü vermeye, birilerini ikna etmeye çalışmıyorlar; yaptıklarını kendi aralarında konuşuyorlar. (Bunlar ve başka örnekler için kitabın 60 ila 65. sayfaları arasına bakılabilir.)
Velhasıl, “Batı bizi bölmek istiyor” ezberlerini tekrarlamadan evvel, meseleye dair daha ayrıntılı ve çok değişkenli, analitik bir bakış geliştirmek gerekir. Avrupa’nın ‘Türkiye’yi bölmeye çalıştığı’ dönem, 1914-1922 arası, görece çok kısa bir dönemdir. Onun dışında, Osmanlı-Türkiye’nin istikrarlı olması, genellikle önceliğidir. Bugün Avrupalı siyasetçi ve diplomatlar, 19. yüzyıldaki muadillerinden ne kadar farklı bir yerdeler acaba?