"Geçmişteki o felaketle bugün de hesaplaşmalı, yüzleşmeliyiz"

6-7 Eylül Pogromu’nun üzerinden 67 yıl geçti. İstanbul’da başta Rumlar olmak üzere tüm gayrimüslim azınlığı hedef alan pogrom sonucunda resmî verilere göre 73 kilise, sekiz ayazma, iki manastır, 3584’ü Rumlara ait olmak üzere 5538 ev ve işyeri yakılıp, yıkıldı ve yağmalandı. Türkiye toplumunun 6-7 Eylül’le neden yüzleşemediğini ve olası bir yüzleşmenin nasıl sağlanabileceği sorularını araştırmacı-yazar Foti Benlisoy'a yönelttik.

Üzerinden 67 yıl geçmesine ve pogromun organizasyonunda önemli rol oynayan dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı, emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Muhteşem bir Özel Harp Dairesi operasyonuydu ve başarıya ulaştı” ifadelerine rağmen pogromla ilgili toplumsal bir yüzleşme ise henüz sağlanabilmiş değil. Pogromun 50. yılında, 6 Eylül 2005’te İstanbul, Karşı Sanat Çalışmaları’nda yapılan sergi, bir grubun saldırısına uğramıştı. Son yıllarda ise HDP Milletvekili Garo Paylan’ın her 6 Eylül’de sunduğu ve ‘6-7 Eylül’ün Hafıza Günü’ olmasını öneren kanun teklifi Meclis’te reddedildi.

Türkiye toplumunun 6-7 Eylül’le neden yüzleşemediğini ve olası bir yüzleşmenin nasıl sağlanabileceği sorularını araştırmacı-yazar Foti Benlisoy'a yönelttik.

6-7 Eylül pogromuyla toplumsal yüzleşme neden sağlanamadı?

Aslında 6-7 Eylül, bu ülkedeki pogromlar ve kırımlar tarihinin en çok konuşulmuş, en çok tartışılmış başlıklarından biri. Öyle ki bir ‘6-7 Eylül’ü anma’ piyasası oluştu demek belki biraz haksızlık olacak ama siyasal yelpazenin solundan sağına ‘olayları’ geçmişimizin üzücü, tekerrürü asla istenmeyen bir epizodu, bir ‘leke’ olarak ‘lanetlemek’ âdetten sayılır oldu. Peki buradan hareketle 6-7 Eylül ile ‘hesaplaştık’, bu elim ‘hadiselerle’ yüzleştik denebilir mi? 6-7 Eylül’ü tarihimizin karanlık ama artık ‘kapanmış’ sayfalarından biri olarak değerlendirmek mümkün mü? “6-7 Eylül’le yüzleştik, hesaplaştık artık” diyebilir miyiz?

Soruya soruyla karşılık vermek belki de en iyisi: Giderek artan bir sıklıkta Kürt karşıtı, Alevi karşıtı ve özellikle de mülteci karşıtı linç vakalarıyla, hatta mini pogromlarla karşı karşıya kalırken, yani 6-7 Eylül’ün ‘ruhu’ dimdik ayaktayken böyle bir iddiada bulunulabilir mi? Pogrom prova ya da girişimleri milliyetçi teyakkuz repertuvarımızın başköşesinde yer almaya devam ederken böyle bir hesaplaşmadan bahsedilebilir mi? Asla unutmayalım: “Geçmişle yüzleşme” dediğimiz şey, mazide bir yerlerde duran objektif bir geçmişin pasif biçimde hatırlanması, geriye çağrılması değil, tam aksine bugünkü gerçeklik bağlamında yeniden hatırlanmasıdır. Ancak ülkenin dört bir yanında göçmenlere yapılan saldırılarda 6-7 Eylül gecesini görebildiğimizde bu tarihle hesaplaşmaya başlayacağız. Yoksa 6-7 Eylül’le ‘yüzleşme’ denen şey, İstanbul’un kozmopolit mazisine dair orta sınıf fantezilerinin ürünü boş bir hayıflanmanın, bir statü söylemi olarak ‘ekalliyet muhipliğinin’ ötesine geçmeyecek.

Bu yüzleşme nasıl sağlanabilir?

Geçmişteki felaketlerle yüzleşmek, sadece geçmişe dönüp geçmişteki o felaketleri tartışarak mümkün olabilecek bir şey değil. Tarih bugün ve gelecekten bağımsız olmadığı gibi, hafıza da basbayağı siyasal bir mücadele alanı. Geçmişteki o felaketle bugün de hesaplaşmalı, yüzleşmeliyiz. 1955’teki pogromu mümkün kılan kurumların, tahakküm ilişki ve mekanizmalarının, söylemlerin günümüzdeki varlık ve işleyiş biçimlerini görünür kılan bir hesaplaşmaya ihtiyaç var. Gayrimüslim toplulukları Türk ulusal kimliğinin ‘kök ötekisi’ addeden ve dolayısıyla her vesileyle onları düşmanlaştıran, onları en iyi durumda bir dış politika kozu sayan yaklaşım değişmedikçe 1955 pogromunun lanetlenmesinin tek başına bir manası yok.

6-7 Eylül pogromunu mümkün kılmış iç-özel harp mekanizması işlevsizleştirilmedikçe, ulusal topluluğun haricinde addedilen topluluklara dönük kolektif linç girişimlerinin önü alınmadıkça 6-7 Eylül defteri hiç kapanmayacak. Üstelik unutulan, cezasız kalan her katliam, her linç, her pogrom bir yenisine aralanan kapı aslında. Bu nedenle hatırlamakla yetinmemek, hesap sormak ve mücadele etmek gerek. Ancak ve ancak, günümüzde karşı karşıya olduğumuz güncel 6-7 Eylüllerle mücadele ederek geçmişteki 6-7 Eylüllerle hesaplaşabiliriz. Çünkü faşizmi ve onu ya da onun farklı versiyonlarını doğuran mevcut düzen devam ettiği sürece dirilerimiz de ölülerimiz de asla güvende olmayacak.

Yakın tarihte pogromla yüzleşilmesi için kanun teklifleri sunulmuş, 50. yıldönümünde de bir sergi açılmıştı ancak hem kanun teklifleri reddedildi hem de sergi saldırıya uğradı. Bu yüzleşme girişimleri neden sonuçsuz kaldı?

Çünkü 6-7 Eylül’ün üzerinden çok zaman geçmiş olsa da, İstanbul’daki Rum nüfusu büyük ölçüde ortadan kalkmış olsa da Rumlar milliyetçi seferberlik ve alarmizmin konusu olmaya devam ediyor. Günümüzde büyük ölçüde nostaljikleştirilmiş, sevimli bir folklorik unsur haline getirilmiş Rumların muktedirler açısından tehlike arz etmeyen bir muteber öteki konumunda olmaları yanıltmasın. Rumlar, tıpkı Ermeniler ve sair gayrimüslim ahali gibi Türk milliyetçiliğinin adeta bir ‘kök-ötekisi’ konumundadır. Türk ulusal kimliğinin inşa süreci gayrimüslim ahaliyle, bilhassa Rum ve Ermenilerle bir çatışma sürecine denk düşmüş ya da öyle deneyimlenmiş olduğundan bu topluluklar Türk ulusal kimliğinin kök ya da baş ötekisi olarak arketipik bir konum kazanmışlardır. Bu nedenle de gayrimüslim ahalinin ulusal bütüne entegrasyonu mümkün değildir, onların ulusal topluluğa dışsallığı mutlaktır. Milliyetçiliğin her yeniden kabarışında gayrimüslimlerin bir biçimde yeniden hedef halini almasının nedeni budur. Gayrimüslim toplulukların sayısının azalmış olması onların ulusal beka açısından neredeyse bir tür arketipik tehdit olarak algılanmasını değiştirmez.

Dahası 6-7 Eylül’le gerçek bir yüzleşme, daha evvel de belirttiğim gibi, bu topraklarda halihazırda mevcut kolektif linç aygıtının kurumsal ve toplumsal dayanaklarını sorunsallaştırmak anlamını taşır. Bu, ancak güçlü bir toplumsal basınçla mümkün hale gelebilecek bir süreç. Böyle bir toplumsal zorlamanın, milliyetçi beka ve seferberlik söylemlerine karşı direncin eksik olduğu koşullarda 6-7 Eylül pogromuyla gerçek bir yüzleşmenin gündeme gelebilmesi mümkün değil. Günümüzde tam tersine yeni bir milliyetçi dalgayla, milliyetçiliğin yeni bir ‘kara baharıyla’ karşı karşıyayız. Gerek iktidar, gerek muhalefet cenahının milliyetçi alarmizmde gaza basmayı siyaset etmenin makbul bir yolu saydığı şartlarda böyle bir yüzleşme beklemek ham hayal. 1955 pogromunun arka planında Kıbrıs meselesini bir ‘milli dava’ haline getiren milliyetçi seferberlik vardı. Bugün Ege ve Akdeniz’le alakalı olarak (münhasır ekonomik bölgeler, adalar, kıta sahanlığı vs.) benzer bir şovenist ajitasyon söz konusuyken 1955’te yaşananlarla hesaplaşmak söz konusu olabilir mi?

Sözün özü, ‘tepeden inme’, devlet katında bir yüzleşme mümkün değil, hiç olmadı. 6-7 Eylül Pogromu’yla gerçek bir yüzleşme ancak toplumsal düzeyde ve bugünün mücadelelerinde şovenizmi, ırkçılığı ve militarizmi gerileterek olası. Ancak bugünkünden bambaşka (daha özgür ve daha eşit) bir kolektif gelecek tasavvuru, Türkiye toplumuna geçmişteki felaketlerle yüzleşmek için gerekli özgüveni sağlayabilir. Bugün büyük ölçüde eksik olan ve dolayısıyla da milliyetçi demagoji ve hezeyanı süreklileştiren husus budur.



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.