Nev-i şahsına münasır sinemacı: Wes Anderson

'Anderson’ın filmleri Murat Uyurkulak’ın, Murat Menteş romanları için 'karnaval sırasında baş gösteren bir bombardımana benziyor” tanımına benziyor bir nevi. Komik, eğlenceli, ama yeri geldi mi de bir o kadar hüzünlü.' Can Öktemer yazdı.

Can Öktemer
temercan.ktemer7@gmail.com

Amerikan bağımsız sineması kuşkusuz altın çağını 90’lı yıllarda yaşamıştı. Bugün Amerikan sinemasının ustaları olarak adlandırılan Quentin Tarantino, Cohen kardeşler, Sofia Coppola, Paul Thomas Anderson, Spike Jonze gibi yönetmenlerin yıldızları bu yıllarda parlamıştı. Fakat bu isimlerin arasında birisi vardı ki, sinemasının özgünlüğü, biçimsel farklılığı ile bu isim bugün sadece Amerikan sineması içinde değil dünya sinemasında çok farklı bir yerde olan Wes Anderson’dı. Anderson sinemasal saygınlığını sadece seyirci özelinde sağlamıştı kuşkusuz.

Amerikan sinemasının yıldızları bile onun filmlerinde küçük de olsa yer almak için can atmakta. The Royal Tenenbaums filminin Gene Hackmen, Bill Murray, Anjelica Houston, Gwneth Paltrow ve Ben Stiller’lı kadrosu bile bu tezi doğrular nitelikte. Martin Scorses da Rushmore filmini gördükten sonra Anderson’ı kendisinin velihatı ilan ederek onu sinema camiasında çok özel bir yere konumlandırmıştı. Birçok kişi, Scorsese’nin velihatı olarak Anderson’ı seçmesine çok şaşırmıştı çünkü ikisinin de anlattıkları hikâyeler oldukça farklıydı. Fakat Scorsese ve Anderson’ı sinemasal olarak ortak noktada buluşturan durum ikisinin de olağanüstü birer zanaatçı olduklarıydı. Zaten Anderson’ı sinemada bu kadar özel kılan onu author yapan özelliklerden biri de bu zanaatkârlığı olsa gerek.

Anderson artık alâmetifarikası olan filmlerindeki pastel renkler, estetik kadrajlar, bir sahneden diğer sahneye geçerken kullandığı görsel metinler ve Fransız Yeni Dalgası'ndan ödünç aldığı kurgu teknikleri ile Amerikan sinemasının son zamanlarındaki en iyi zanaatkârlarından biri… 1969 Teksas-Houston doğumlu olan Anderson, ilk filmi olan Bottle Rocket’tan beri sinemasını kendi takıntıları üzerine kurdu. Bu takıntılar da parçalanmış aile, küskün kardeşler, yasak aşk, dostluk ve nostalji üzerineydi ve elbette Yavuz Turgul-Şener Şen ortaklığına benzer bir şekilde hemen hemen bütün filmlerinde oynayan Bill Murray…

Kırılgan çocuklar ve küskün aile

Geleneksel Amerikan sinemasının temel özelliklerinden biri de kutsal aile temasıdır. Bu filmlerde Amerika’nın yaşadığı toplumsal ve siyasi zorluklara rağmen kenetlenmiş aile ile atlatacağına dair bir inanç vardır. Bunun yılmaz savunucusu olan Steven Speilberg hemen her filminde bu temayı yüceltmiş ve ne olursa olsun Amerikan kutsal ailesinin birliğini savunmuştu. Fakat 90’lı yıllar ile birlikte bu tema yerini problemli aileye bırakmaya başlamıştı. Problemli aile temasının bayraktarlığını yapan isim ise Wes Anderson’dı. Wes Anderson’ın bütün hikâyelerinde kullandığı tema olan sorunlu aile, boşanma eşiğine gelmiş ya da boşanmış eşler, küskün kardeşler, otoriter baba ve kırılgan, depresif çocuklardı.

Kendisine dünya çapında şöhret getiren filmi The Royal Tenenbaums’da özellilke bu tema oldukça belirgindir. Film parçalanmış bir aile olan Tenanbaum ailesinin hikâyesini anlatır. Gene Hackmen’in oynadığı Royal Tenanbaum bencil ve sorumsuz bir babadır. Bu nedenle karısı Etheline'den (Anjelica Houston) boşanmıştır. Bu boşanma süreci özellikle son derece zeki ve yetenekli olan çocukları etkiler. Hikâye bu bakımdan biraz da Salinger’in Glass ailesine oldukça benzer. Boşanma süreci ve sonrası çocukları depresyona sokmuştur daha da önemlisi yeteneklerine oldukça zarar vermiştir.

Son filmi Moonrise Kingdom’da ise ailesi boşanma sürecinden olan Suzy ve öksüz olan Sam’in aşkını anlatmıştı Anderson. Moonrise Kingdom’da aile o kadar dağınıktır ki, anne ve baba birbirleriyle ilişki kurmak için evin içinde megafon kullanıyorlardır. Baba, bu sıkıntılı durumdan çıkmak için kendini alkole vermiştir, karısı da huzuru başkasının kollarında aramaktadır. Bu filmde Suzy’in ailesi, depresif ve sorunlu olan kızları ile başa çıkmak için “How to Deal With a Very Troubled Child” [Sorunlu bir çocukla nasıl baş edilir?] isimli bir kitap bile bulunduruyorlardır.

Wes Anderson’ın röportajlarından öğrendiğimiz üzere, Anderson küçük bir çocukken ailesi de böyle bir kitaba sahipmiş. Belki de Anderson’ın filmlerinde gördüğümüz sorunlu aileler, onun çocukluk hatıralarıdır.

Wes Anderson sinemasında edebiyata da, resime de, başka sanat dallarına da yapılan göndermelerden bolca görülebilir. Ama Wes Anderson’ın hikâyelerini oluştururken kendisine kılavuz olarak seçtiği kişi Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Salinger’dır. Depresif ve kırılgan çocuklar, boşanmış veya boşanma üzerine olan aileler Salinger’dan esinlenilmiş gibidir. Her anlamda aynılaşan ve gittikçe sıkıcı hale gelen yaşamda kuşkusuz farklı olana pek yer olmuyor. Salinger’in unutulmaz eseri Gönülçelen’deki Holden Caulfield’e bir nevi gönderme yapan Anderson’ın Rushmore’undaki Max Fisher da böyle bir karakterdir. Sıkıcı ve tekdüze olan eğitim sistemi yerine okulda arıcılık kulübü, Fransızca kulübü, atıcılık kulübü gibi kulüplere başkanlık yapmaktadır. Okuldaki en yakın arkadaşı ise yedi yaşındaki Dirk’tür. Yaşıtı hiç bir arkadaşı yoktur, yetişkin gibi davranmaya çalışmaktadır. Annesi o küçükken ölmüştür, babası ise berberdir fakat Max, okulda babasının beyin cerrahı olduğu yalanını söyler. Max, bütün sosyalleşme çabalarına rağmen toplumda farklı olmanın cezası olarak yalnızlık çeker. Tıpkı Anderson’un son filmi Moonrise Kingdom’daki Sam karakteri gibi... Sam, öksüz bir çocuktur, bir aileye evlatlık verilmiştir, fakat aileye uyum sağlayamamıştır. İzci grubuna katılmıştır ama orada da dünyayı farklı olarak gördüğü ve diğer çocuklardan farklı davranışlar sergilediği için dışlanmıştır. O da çareyi izci kampından kaçmakta bulur ve Fisher karakteri gibi yalnızlığını yaşar.

Anderson, aile kurumunu muhafazakâr bir tavırla övmekten kaçınır. Ailenin bekası için zoraki birlikteliklerin, özellikle çocuklar için duygusal bir yıkım olduğunu anlatır filmlerinde. Sadece aileyi değil, aşka yaklaşımı da son derece gelenek yıkıcıdır.

Yasak aşk

Wes Anderson'ın filmlerine konu ettiği aşk teması da alışıldık aşk hikâyelerinin oldukça dışında. Toplumun genelinin asla onaylamayacağı yasak aşk ilişkileri onun sıklıkla işlediği konulardan biri.

Fakat Anderson,  bu aşk hikâyelerini o kadar sahici ve insancıl anlatıyor ki en ahlakçı ve muhafazakâr kesimin bile hisleneceği türden oluyor. The Royal Tenanbaums’daki Richie ve evlatlık kız kardeşi Margot ile yaşadığı gizli aşk, bu duruma iyi bir örnek olsa gerek. Richie ve Margot daha küçük bir çocukken çok iyi anlaşırlar. Richie ona karşı duyduğu aşk yüzünden başarılı tenis kariyerini yarıda bırakır. Richie, final maçında oyun içerisinde bir anda önce tenis raketini yere bırakır, sonra çorapların ve ayakkabılarını çıkartıp yere oturup ağlamaya başlar. Çünkü maçı izleyenler arasında Margot ve kocası da vardır. Anderson bu sahneyi mükemmel bir şekilde anlatır. Richie, bu sahneden sonra tenisi tamamen bırakıp gemiyle uzaklara açılır, uzunca bir süre de ailesinin yanına uğramaz. Richie ve Margot’nun bu durumu birbirlerine itiraf edemeyişleri ve depresyonlu halleri filmin komik, absürd havası içinde oldukça duygusal ve etkili olur. Richie ve Margot’nun eşi Raleigh St. Clair (Bill Murray), Margot’nun gizemli yaşamını öğrenmek için dedektif tutarlar ve sonuç bir felakettir.

Rushmore’da ise Max Fisher, İngilizce öğretmeni Rosemary Cross’a âşık olur. Rosemary’in kocası bir trafik kazasında vefat etmiştir. Fisher, Rosemary ile kurduğu dostluğun sınırlarını aşar zamanla. Ona kur yapmak için okula kocaman bir akvaryum bile kurdurmaya kalkar. Fakat Rosemary’e okulun sahibi Blume (Bill Murray) da âşık olunca işler karışır. Blume ve Fisher arasında çizgi film tadında bir kapışma yaşanır.

Steve Zissou ile Suda Yaşam filminde ise orta yaş bunalımına girmiş olan ünlü deniz belgeselcisi kaptan Zissou, yıllar sonra bir oğlu olduğunu öğrenir. Bu onu biraz olsun hayata döndürmeyi başarır. Onunla röportaj yapmak için gemi yolculuğuna katılan terk edilmiş ve hamile muhabir Jane Winslett’e baba ve oğulun aynı anda aşık olmaları işleri karıştırır. Filmin sonunda ikisi de Winslett’i elde edemez. Zissou’nun oğlu Ned hayatını kaybeder, Zissou ise karısına geri döner.

Belki başka yönetmenlerin elinde rahatlıkla melodrama kayabilecek hatta tepki bile görülebilecek olan bu hikâyeler Anderson’ın elinde melodrama kaymadan sahici ve samimi bir şekilde ele alınıyor. Bu da karakterlerin yaşadıkları yasak aşklar seyirci nezdinde naif bir hale geliyor.

Rolling Stones’un uğuru

Wes Anderson filmlerinde, karakterlerde, dekorlarda ve müziklerde ağırlıklı olarak 60’lar, 70’ler havası hakimdir. 70’li yılların etkisi dekorlardan sıklıkla göze çarpan plaklara, karakterlerin kıyafet seçimlerine kadar belirgindir. 70’ler havasını en belirgin şekilde filmde duyduğumuz müzikler verir. Özel bir seçkiyle filmin havasına göre belirlendiği anlaşılan bu parçaların filmin önüne geçtiği bile olur. The Velvet Underground’dan, Kinks’e, Cat Stevens’a ve elbette Rolling Stones’a varana kadar çok özel bir müzik seçkisi vardır... Fakat Rolling Stones’un onun filmlerinde çok önemli bir yerde olduğunu belirtmekte fayda var. Ruby Tuesdays, She Smiled Sweetly gibi nice efsanevi Stones parçası filmlerinde neredeyse başrol kadar önemli yer kaplar.

Wes Anderson son dönem Amerikan sinemasının kuşkusuz en önemli isimlerinden biri. Eğlenceli karakterleri, pastel renkli dünyasıyla bütün filmlerinde seyircilere şık masallar anlatıyor Anderson. Onun filmleri her ne kadar masalsı anlatımı sebebiyle gerçek hayattan kopuk gibi gözükse de, filmin bir yerinde aniden beliren ölüm, intihar gibi vakalarla neye uğradığınızı şaşırabilirsiniz. Anderson’ın filmleri Murat Uyurkulak’ın, Murat Menteş romanları için “karnaval sırasında baş gösteren bir bombardımana benziyor”  tanımına benziyor bir nevi. Komik, eğlenceli ama yeri geldi mi de bir o kadar hüzünlü…

Kategoriler

Şapgir