Nasıl "dur" emri verilebilir; yaban balı özgürlük kokar: İki kadın bir kalem

Fatma Türkkol, 'şiirlerini yaşadıkları coğrafyalara, silinmez bir 'his' olarak bırakmaya çalışırken, aynı tırnaklarını topraklarında bırakan' iki şairi değerlendiriyor: Füruğ Ferruhzad ve Anna Ahmatova. 'Erkek dünyası dillerinin sesini yayın yasaklarıyla, kalplerinin sesini de oğullarıyla bastırma yolunu seçen' bu iki kadının hikâyesini onların dizeleriyle anlatıyor.

Fatma Türkkol
fatmaturkkol@gmail.com

Ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında / böyle / sabırlı / ağır / başıboş / gitmekte olan kimseye / nasıl ‘dur’ emri verilebilirFuruğ Ferruhzad

 

Yaban balı özgürlük kokar / Toz, güneş ışını kokar / … Aşk ise elma / Ama biz biliyoruz artık / Yalnız kan, kan gibi kokarAnna Ahmatova

 

5 Ocak 1935’te Tahran’da doğdu Furuğ Ferruhzad. Yani 78 yıl önce tam bugün... Mahalle Okulu ve Kız Sanat Okulu’nda başladı eğitimine. 16 yaşında evlendi, 17 yaşında anne oldu ve 18 yaşında boşandı. Ferruhzad için boşanma mahkemesi, tek çocuğu Kamyar’dan ayrılığın ismi oldu. Velayeti babasına verilen çocuğunu ömrünün sonuna kadar bir daha göremedi. Özlenen bir çocuk yüküyle yeniden döndüğü Tahran’da şiir yazmaya devam etti. İranlı Cüzzam hastalarını anlattığı “Kara Ev” belgeselini çekti ve pek çok ödül aldı. Belgesel çekimleri sırasında tanıştığı Hüseyin Mansur’a, göremediği oğlu Kamran’ının yerine anne oldu. Ferruhzad, 32 yıl, 39 gün yaşadı. Yüzlerce şiir yazan, yüreğini belgesel diye çeken, el koyulan “ses”ini geri almak için mücadele eden kadın, 32 yılın sonunda 3 gün cenaze namazının kıldırılmasını ve defnedilmeyi bekledi. O ebediyete kadar konuşacak güçteydi artık… 

Öteki kadın: ahlaksız, fahişe, cadı

Furuğ Ferruhzad’ın ilk şiir kitabı olan Tutsak 1952 yılında İran’da yayınlandığında Musaddık Başbakan, halk ayaklanmaları sebebiyle Şah da kaçaktı. Halk, İran tarihinde yaşanan en büyük yoksulluk dönemlerinden biri içinde çırpınmaktaydı. Hep petrol ve doğal zenginlikleriyle dikkat çeken ülkenin insanları, büyük oranda işsiz ve yoksulluk içindeydi. Bu ortamda Ferruhzad’ın ilk şiir kitabı büyük bir tepki aldı. Bu tepki, bir kadının yazdığı şiirlerin toplu olarak basılıyor olmasından öte, çok daha şiddetli bir olumsuzluk içeriyordu. Babası, eşi, edebiyat çevrelerindeki erkek yazarlarca isminin önüne koyulan sıfatlar, “ahlaksız”, “cadı”, “fahişe”, “nankör”le başlayarak uzayıp gitmekteydi. Gerçekte hepsi, şiirlerin “başka” olduğunu, önü alınamaz bir etkiyle yayılacağını açıkça görmüşlerdi. Tepkilerin sertliği de bundan başkasının ispatı değildi. İlk şoklar, şaşkınlık, tepkilerin kontrol edilemediği anlardır. Ferruhzad’ın şiirlerine gösterilen açık tepkinin şiirleri belirginleştirici, daha da dikkat çekici kılan etkisi belli ki hesaplanamamış. Çünkü Furuğ Ferruhzad’ın şiirlerine karşı, tepkiler nispetinde büyüyen bir ilgi vardı. Okuyucu şiirlerin peşine öyle çabuk düşmüştü ki edebiyat çevrelerinin, “Bir kız çocuğunun, akıl hastasının yazdıkları şiir kabul edilebilir mi?” türünden tartışmalar anlamsızlaşmıştı. “Günah” isimli şiirinden sonra babası tarafından reddedilen, eşi tarafından terk edilen, tek çocuğunu ömrünce göremeyen Ferruhzad yaşadıklarına kalemiyle karşı duruyor, “Kaçıyorum bu insanlardan / Görünüşte benimle olan / Fakat içlerinde hakaretten / Eteğimde bin bir yama yamayan” diye yazıyordu.

'Bir yabancı gibi mutluluğa bakıyorum'

“Tüm yeryüzü varlığının belirsizliği”ni, gökyüzünün, “yalın ve kederli umutsuzluğu” ve “betona kesmiş ellerin güçsüzlüğü” olarak tanımlayan kadın, “Bir yabancı gibi mutluluğa bakıyorum” diyor, “Sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün / Ben bu kafeste bir tutsağım” ifadeleriyle kendisini anlatıyor ve acısını tüm İran kadınları adına, dokunulabilecek, görülebilecek bir gerçeklikle içine sokulmadığı dünyanın tam ortasına yerleştiriyordu. Ülkesindeki kadınların ortak görülen kaderlerini öyle tarif ediyordu ki, bütün olan, “özel”likleri düzlenen kadınlar belirginleşiyor, kalıpların dışına çıkıyor, nefes alıp vermeye başlıyor, birden aynalarda görünür oluyorlardı, “Gecenin kokusunu hediye eden kargalara / Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme”.

Erkek dünyasında konuşmak

Toplumunda, yazan kadınların sınırlarını kabul etmeyişi onun gerçek reddediliş sebebi olarak görülebilir özetle. Çünkü aşılan kurallar, tüm ilişkileri erkek bir temele oturtan düzenin parçalarıdır. “O şiirlerinde ilk kez, sevdiğinin cinsiyetini belli eden kadın şairdir” demek bile ne tür bir sınır aşımından söz edildiğini anlamaya yeter, “Ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında / böyle / sabırlı / ağır / başıboş / gitmekte olan kimseye / nasıl ‘dur’ emri verilebilir”.

Duvar, tutsak, isyan

Haşim Hüsrevşahi, Ortaçağ Fransa’sında cadı ilan edilen kadınların öldürülüşünü hatırlatır Ferruhzad hakkında yazarken. Ona göre bu kadınların yakılması iki türlüdür. Cadı ilan edilen kadın yakılır, kül olur. Ondan kalan çığlığı, dumanı ve et kokusudur. Yani ondan geriye, akıllardan asla çıkmayacak bir büyü kalır. Veya kadın yakılır ama yandıkça diri kalır, ateşin sahiplerinin gözlerine bakar. Hüsrevşahi’ye göre bu, kadının zihninin yakılmasıdır. Bilincinin, varlığının yakılmasıdır ki Ferruhzad böyle yakılmıştır, bir büyü olarak kalmamıştır, canlı bakmaktadır. “Canlı bakmak” için ödenen bedel kelimelerinden izlenir Ferruhzad’ın, “Duvar”, “Tutsak”, “İsyan” koyar şiirlerinin adlarını. “Ey felçli güvercinler” derken özgürlüklerden bahsedenlerin kayıtsızlığına vurur kelimelerini. Unutmak istenenleri hatırlamamak imkansızdır artık. Kocaman ve derin bir acıya okuyucunun ellerini dokundururken gökyüzünü işaret eder ve ümitten söz eder birden. Bitmeyecek bir değişim isteğinin hissini taze tutacak mücadeleyi, “Bahçeye dikeceğim ellerimi / Çiçekleneceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum / Ve bembeyaz yumurtalarını bırakacak kırlangıçlar / Avuçlarımın mürekkep lekeli avuçlarına” diyerek apaçık, birden bire söyleyiverir.

Akıl tutulmasından özgürleşme

Akıl anlamak ister. Mukayese etmek, tercih etmek, birinden vazgeçmek ister. Akıl anladığını beğenmek ister ve eleştirmek. Yaşadıkları toplumlarda susan bu kadınların, eleştirmeleri, birinden vazgeçmeleri, sahiplenmeleri yani gerçekte, akılları yasaklanmıştı. Furuğ Ferruhzad bu yüzden Muhammed Rıza Şah döneminde ilk çıkarttığı kitapta “Gelirsen benim evime ey sevgilim bir lamba getir bana / ve bir pencere” derken karanlığın kuytusunda küçücük olup çıkış yolu aramanın çırpınışını anlatmaktadır. Mahkum edildiği karanlığın ufalayıcı ağırlığında yok olmaktan kaçmak ister.

Ayrı coğrafyalarda aynılık

Furuğ Ferruhzad’ın sesine eştir Anna Akhmatova’nın sesi… Öyle yakın kelimelerle, öyle aynı yürekle ve aynı büyüklükte bir mücadele verirler ki, benzerlikleri onları kendiliğinden ayrılmaz kılar. İki kadın şairi başka bir dünya ve başka bir çığlık sanmak bir yanılgı olur. Onlar şiirlerini yaşadıkları coğrafyalara, silinmez bir “his” olarak bırakmaya çalışırken, aynı tırnaklarını bıraktılar topraklarında… Bu yüzden Ferruhzad’dan söz edilirken  Akhmatova kendiliğinden geliverir…

23 Haziran 1889 Odessa doğumlu Anna Akhmatova. 11 yaşında ilk şiirini yazar, 23 yaşına geldiğinde şiir kitabı yayınlanır. Resmi Sovyet eleştirmenlerince önce “burjuva” kabul edilen şiirleri, kısa bir süre sonra “Sovyet halkına yabancı, erotik, gizemci” bulunur. Sonra Yazarlar Birliği’nden atılma, ilk eşi ve oğlunun hapis günleri, sürgün edilmek, ölümü ve götürülenleri izlemek… Ferruhzad kadar hırçın olmayan bir ifadeyle çığlık atar Akhmatova da. “Burada ak ölüm evleri işaretledi / Kargaları çağırıyor / ve kargalar sökün ediyor” diyerek anlatır nasıl bir dünyaya mahkum edildiğini.

Tarif etmek cesaret ister

Akhmatova tanımları olmayan gerçeklerin savaşı içinde, yalnız bir kadın olarak çizer sınırları. Kimsenin sorunları tarif etmediği bir dünyada açık açık söylemeye cesaret eder, “Yaban balı özgürlük kokar / Toz, güneş ışını kokar / … Aşk ise elma / Ama biz biliyoruz artık / Yalnız kan, kan gibi kokar”. Ve kararlıdır, “Leningrad’ın yaşadığı felaketi / Elimle bir kenara itmeyeceğim / Gözyaşlarımla yıkamayacağım / Toprağa gömmeyeceğim”.

Konuşma isteği, yükselen sesi, rejim için tehlikeli görülmektedir. Eşini, oğlunu, arkadaşlarını yitirmenin yanında, Yazarlar Birliği’nden çıkartılır. Sanat çevreleri içindeki hayatı da kısıtlanarak, istenilen çerçeveye girmeye zorlanır, çünkü Akhmatova susmalıdır. Her hayatı şekillendiren bir çaba varsa, onun hayatının çabası konuşmaktır. İlk seçimi soyadıyla yapar, şiir yazmasını istemeyen babasının soyadını kullanmayı bırakır, büyükannesinin adını taşımaya başlar. Toplumun ve sistemin elinden aldıklarının arkasından mağrur bir ağıt yakar, “Gün doğumunda götürdüler / Bir ölü kaldırıyormuşçasına izledim seni”, “Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını / Yalnız toza batmış çiçekler var / Bir de buhurdanların titremeleri ve izler / Bir yerlerde, hiçbir yere varmayan / Ve gözlerime bakıyor dimdik / Eli kulağında bir ölünün göz dağıyla / Koskocaman bir yıldız” Eşinin ve arkadaşlarının kurşuna dizildiği ve oğlunun hapis cezası aldığı Stalin döneminde yaşayan Anna Ahmatova’nın, Ferruhzad gibi “Çok işi vardır; ruhunu taşa dönüştürerek yeniden yaşamayı öğrenmesi gerekmekte”dir.

O korkunç İyejov’lu yıllar boyunca, 17 ay boyunca, Leningrad hapishaneleri kapısında kuyruğa girdim. Bir gün, kuyruktakilerden biri, beni tanır gibi oldu. Bunun üzerine arkamda, sırasını bekleyen dudakları morarmış bir kadın, adımı ömründe duymamış bu kadın, uyuşukluktan sıyrılıp kulağıma eğildi ve sordu –orada yalnız fısıldayarak konuşulurdu- ‘Peki bunu anlatabilir misiniz?’, yanıtladım ‘evet’. Bunun üzerine o eski günlerdeki yüzünden bir gülümseme gelip geçti”. Oğlunun “karşı devrim girişimi” suçuyla tutulduğu hapishanenin kapısını böyle anlatır Anna Ahmatova. Kendisiyle birlikte bekleyen kadınları yazar, kendisini yazar. “Benim şehrim” diyerek bağlandığı yerden sürülürken, mekandan ve hayattan sürülür. Artık durdurulamaz onun kelimeleri…

Tarif edilebilen acılar tehlikelidir

Şiirlerinde anlattığı acı öyle tarif edilir ki, Leningrad hapishaneleri önündeki dudakları morarmış kadınlar tek tek satırlardadır. Tarif edilebilen acılarsa tehlikelidir. Yazar, “konuşulması uygunsuz konular”dan söz etmektedir. “Ahmatova’nın şiirinin malzemesi baştan sona bireycidir. Kilise mihrabıyla yatak odası arasında gidip gelen bir kadının şiirleridir bunlar. Bir yarısı rahibe, öbür yarısı fahişe, daha doğrusu hem rahibe, hem fahişe olan birinin, fuhuşla duanın karışımı şiirleridir bunlar” denilerek eleştirilmesi de beklenen bir durumdur, her seferinde “yeniden yaşamayı öğrenmek” zorundadır, “Bugün çok işim var / Belleğimi öldürmek sonuna kadar / Ruhumu taşa dönüştürmek / Yeniden yaşamayı öğrenmek”.

Benzerlik: Ertelenmişliğin 'şimdi'liği

Onların hayatlarındaki ortak özellikler şiirlerinde kullandıkları kelimelerden izlenebilecek kadar açıktır. Her ikisi de “erkek”lerin dünyasında konuşmak istemektedirler. Onlar sistemleri eleştirmek, aşık olup ‘istemek’ ve vazgeçip ‘bırakabilmek’ özgürlüğü isterler.

İkisi de annedir ve “erkek” dünyası dillerinin sesini yayın yasaklarıyla, kalplerinin sesini de oğullarıyla bastırma yolunu seçer. Onları ilk terk eden aileleri adına babaları olur.

Her ikisi de yaşadıkları toplumlarda tehlikelidirler, mağrur hüzünlerinin etkileyici rengine tutulanların sayısı korku vermektedir.

İkisi de yaşadıkları sert, kesici, hırpalayıcı dünyada başka bir yeri işaret etmektedir; ülkelerinde savaşta ölen ve yanlış sağlık politikalarında, bulaşıcı hastalıklara yakalanıp karantinalara düşen çocukları.

Her ikisi de kendilerini seçen değil, kendilerinin seçtiği erkeklere aşıktır, kimseye dokundurmadan aşklarını öylece yaşamak, büyük bir mücadeleyi gerektirmiştir. Tercih ettikleri mücadele yöntemi de “gerçek” dünyanınkilerden farklıdır. Şiddete yaslanarak kendilerini kabul ettiren sistemler içinde “konuşmak”tadırlar.

Yaşadıkları ülkelerin ‘gerçekleri’, duygularla açıklanamayacak kadar ‘büyük’tür ve çözümler de ‘gerçek’çi bakan gözlerin kurduğu sistemlerle çözülebilir ancak. Onların bu dünya içinde konuştuklarını duyulur kılan, soyut sayılanı somut, basit sayılanın önemli, ertelenmişin şimdiliğini, göz ardı edilemeyecek kadar net anlatmalarından başkası değildir. Ahmatova “Benim şehrim” dediği yerden sürülürken, başka hiçbir çağrışımı olmayan tek şeyi ilan eder “kan yalnızca kan gibi kokar”. Oysa onun dünyasında baldan özgürlük, elmadan aşk kokuları yayılmaktadır.

Şiirleri serbest, duyguları yasak

Bugün Furuğ Ferruhzad, İran’ın Türkiye Konsolosluğu tarafından oluşturulan İran Kültür Evi’nin resmi internet sitesinde yer alabiliyor. Anna Ahmatova’nın kabri bir turist ziyaret noktası. Artık şiirleri yüksek sesle okunan bu iki kadının hayatına, konuşma ve ifade özgürlüğü hiç uğrayamamıştı. ‘Kendi toplumları içinde, kaçmadan ve yorulmadan yazan kadınların bugün tümüyle kazandığı söylenilebilir mi?’ sorusunun cevabı oldukça tartışmalı. “Yaban balının özgürlük koktuğunu” söyleyebilen kadınların, saptadıkları sorunların çözümünde adım atabilmeleri konuşmaları kadar kolay olamıyor. Kaldı ki konuştukları da ustaca kullanılan kamuoyu oluşturma yöntemleriyle silik ve ruhsuz bir şekilde yayılıyor. Artık “konuşma”nın anlamında bir kayma var. Rollerin aynı kaldığı mücadelenin, niteliği değişti. Anna Ahmatova ve Furuğ Ferruhzad bugünün seslerini hayal ederken, bugünün kadınları onların satırları kadar sarsıcı ifadeleri, anlamlarını çaldırmadan söyleyebilecekleri günü hayal ediyor.

Neden Ferruhzad, neden Ahmatova?

Bu iki sonsuz ömür, susturulmuş akılların eskimeyen ilham kaynağı, kendi sesini unutmuş gerçek öznelerin cesaret kaynağı olabilecek güçte. İnsan, yüksek, hırçın ve acımasız sesleri dinleyerek, katı cümleleri taşıyan duvar dolusu kağıtları okuyarak ve bir türlü açılmayan kapılar önünde bekleyerek hayatının renklerini kaybediyor.

Benim ülkemde “farklılık”, herkes için aynı sertlikte duvarlara çarpma sebebi. Benim ülkemde “farklı” olan herkes, “farklılık” tanımlarının can yakıcılığı yanında tüm gündemin üstünden üretilip dolaşıma sokulmasını izleyerek ümit etmek zorunda. Ben “ayırılmışlar”ın başörtülü olanlarındanım. Yürürlüğe girip kalkan yasak uygulamasının gelgitinde bir hayat yaşamak zorunda olanlardan, bir hayatı “yetiştirmeye çalışmak zorunda” olanlardanım. Hep gitmek üzere gibi, umutsuzluğu umut gibi yaşamak zorunda olanlardan. Yasağın kalktığı birkaç seneyi değerlendirip boyundan büyük başarıları kovalamak zorunda olanlardan. Yasak kararlarının gerçekte ne kadar “elzem” olduğunun dinlenip durulduğu, “farklılık” tehlikesinin ezberletildiği saatleri yutmak zorunda olanlardan. Sonunda artık susmayı seçmek zorunda olanlardan.

Konuşmanın anlamı, renklerin yitirildiği an idrak ediliyor ve geriye yalnızca susmaya yetecek kadar takat kalıyor. Ferruhzad ve Ahmatova’nın konuşmak için çırpınışıyla, yitirdiğimiz renklerin benzerliği, belki yeniden konuşmaya başlamak için bir heves verebilir.

Furuğ Ferruhzad, iyi ki doğdun ve iyi ki konuştun…

Kategoriler

Şapgir