Gezi Parkı Direnişine İçeriden Bir Bakış

Gezi Parkı direnişinin içinde olan Fatih Kolivar, Taksim Dayanışması’nın taleplerinden oluşan hakim ‘elitist’ dile, komplo iddiaların adem-i merkeziyetçiliğe Gezi Parkı’na dair birçok konuyu değerlendirdi.

Fatih Kolivar
 
 
31 Mayıs sabahı polisin büyük şiddet kullanmasının ardından başlangıçta 3-5 ağaç içinmiş gibi gözüken ve kısa bir sürede toplumsal bir kalkışmaya dönüşen Gezi Parkı direnişi, 20 günden uzun bir süredir toplumun her kesminden insanın birinci gündemini oluşturuyor. “3-5 ağaç içinmiş gibi gözüken” derken, iktidarın ve iktidara yakın kalemlerin vurguladığı gibi Otpor, Zello Örgütü, CIA, faiz ya da çıkar lobisi, kısaca dış mihrakların bütününden mütevellit bir komploya gönderme yapmak istemedim tabii ki… Evet, mesele “3-5 ağaç” değildi, tıpkı senelerdir HES’lere karşı yürütülen mücadelede olduğu gibi; mesele bir şehirde ya da bir bölgede yaşayan insanların yaşam alanları üzerinde bulunulacak olan tasarrufta söz hakkı olması meselesiydi. Bu noktada siyasal iktidar yaşananları 3-5 ağaç özelinde çevreci hassasiyete indirgemekte başarılı bir algı yönetimi sergilemiştir diyebilirim. Sonuçta konu çevrecilik ise AKP iktidarı süresince milyarlarca ağaç dikilmişti.
 
Başbakan gittiği her yerde iktidar yıllarında ne kadar çevreci olduğunu anlatadursun,  gençlik, Gezi Parkı direnişini yaratan sosyolojiyi anlamaktan aciz olduğu iddia edilen iktidara net bir mesaj gönderiyordu: “Hayatıma karışma”.
 
“Mesele sadece birkaç ağaç değil sen hala anlamadın mı?” Evet, bu gençler de tıpkı 1925’te Şapka Kanunu’yla hayat tarzlarına müdehale edildiği için sokaklara dökülen ve idam edilen 78 kişi gibi bir “haysiyet savaşı” veriyor ve yaşam tarzlarına müdahale edilmesin istiyorlar.
 
Taksim Dayanışması’nın indirgemeciliği ve maksimalizmi
Fakat süreç içerisinde Gezi Parkı direnişinin temsilcisi sıfatıyla öne çıkan Taksim Dayanışması'nın Bülent Arınç'la gerçekleştirdikleri görüşmeden sonra kamuoyuna duyurulan 7 maddelik, gaz bombası kullanımından Topçu Kışlası’na, Gezi Parkı’nın akıbetinden ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasına, gözaltına alınanların serbest bırakılmasından AKM'nin yıkılmamasına kadar uzanan geniş bir yelpazede, hatta insana “PKK 30 yıl dağda savaştı, bu kadar maksimalist olmadı” dedirtecek bir istek listesi sunması, siyasi iktidarın bu olayı 3-5 ağaç meselesine indirgeme çalışmalarından çok da farklı bir sonuç vermedi.
 
 
Taksim Dayanışması, hükümete sunduğu 7 maddelik bu istek listesinin yanında “ülkemizin meydanlarında, caddelerinde sokaklarında ve tüm kamusal alanlarında yükselen tepkinin içeriği” başlığı altında AOÇ'den 3. köprüye, Kanal İstanbul'dan Alevi yurttaşların hassasiyetlerine, cinsel kimlik ayrımcılığından THY emekçilerine kadar uzanan bir yelpazede direnişçilerin isteklerini yansıttı. İndirgemecilik (reductionism) ve maksimalism arasında savrulduğumuz şu gündemde çıkıp kürsüden “Siz ne zaman bu kadar merkeziyetçi oldunuz?” sorusunu sorma basiretini gösterebilecek Gezi Parkı direnişinin sembol ismi Sırrı Süreyya Önder, konuşma yapacaklar listesinden Taksim Dayanışması tarafından çıkarıldı.
 
“Yalova Kaymakamı” Kadir Topbaş
Yukarıda değindiğim geniş yelpazedeki “tepkilerimiz” listesinde her nasılsa, İstanbul'da yaşayan insanların söz sahibi olması gereken bir kararın Ankara'nın vesayetinde alınmasına yönelik bir tepki yok ya da İstanbul halkının temsilcilerinin, değiştirilmesi arzu edilen kararı Ankara ile pazarlık ediyor olması kimseye garip gelmedi. Yaşanan bu süreçte, İstanbul halkının oylarıyla iş başına gelmiş İBB Başkanı Kadir Topbaş'ın Ankara'nın elinde “Yalova Kaymakamı” pozisyonuna düşmesi kimsede kendi temsiliyetine hakaret duygusu uyandırmadı. Ya vali? Hani şu sosyal medyada aktif insan. Onun Ankara'dan atanmış olması da kimseye dokunmuyor anlaşılan. İstanbul kendi valisini seçebilecek demokratik olgunluğa sahip değil mi diye sorgulayacak birilerini arıyor gözlerim.
 
Tabii ki sorunun temelde merkeziyetçi devlet olduğunu gören ve çözümün adem-i merkeziyetçilik üzerine söylem üretmekten geçtiğini çok iyi bilen demokrat çevreler de, Gezi Parkı direnişinin içerisinde. En başından beri Gezi Parkı’nın heterojen yapısı hepimizi umutlandırıyordu. Ama bir şekilde bu demokrat çevrelerin sesleri kısıldı. “No flama” çağrısı yapan gruplara Valilik de “tabi, ne demek” şekinde yanıt verince, düşünsel arkaplanında homojenizasyona yatkın, farklı seslerle bir arada yaşamaya tahammülü olmayan bir kesim, Gezi Parkı üzerinde egemenliğini sağlamlaştırdı. Not etmeliyim ki, iktidar da bu “no flama”cıları muhatap olarak istedi, en başından beri. Çünkü onlarla nasıl mücadele edeceğini çok iyi biliyor. Karşısına geçip adem-i merkeziyet, sivil anayasa ve özgürlükler üzerinden pazarlık yapacak bir grup, hükümeti zora sokabilirdi. Yine “no flama”cı zihniyeti temsilen Reis-i Cumhur Ahmet Necdet Sezer'in 2004 yılında veto ettiği Yerel Yönetimler Yasası’nı iktidarın karşısına koyup aradan geçen sürede gerileyen vesayet rejimine rağmen niçin tekrar gündeme getirilmediği sorulmadı. Ama flama olmasın, 3. köprü yapılmasın...
 
Anahtar kelime “hijack” (gasp etmek)
Tam bu noktada Gezi Parkı direnişinin gerçek sahibi kimdi tartışmasını açabiliriz; anahtar kelime “hijack” (gasp etmek). Gezi Direnişi bir halk hareketi değildi, çünkü halkın içinden çıkmış bir hareketin bir kısmı, en nihayetinde halkın oyuyla iktidara gelmiş bir siyasi partinin seçmenlerini her fırsatta “kömüre makarnaya oylarını satıyorlar” şeklinde aşağılamaz. Halkı kömüre makarnaya muhtaç eden bir iktidara karşı söylem üretmekten aciz, dönüp dönüp halkı kömüre makarnaya oyunu satıyor diye aşağılayan flama karşıtları. Çok sevdikleri gazeteci abilerinin ve ablalarının terminolojiye kazandırdığı “sıkmabaş”, “bidon kafa”, “göbeğini kaşıyan adam” sıfatlarının yanında bilimum sürü hayvanının adını halkı aşağılama için kullanmak... Sürecin sosyal medya kahramanı RedHack, seçimlerde oyların toplandığı dijital sistemlerde hile yapıldığını ve bunun kanıtlarını yakında belge belge sunacaklarını bile açıkladı. Konuyu açmama gerek yok sanırım. Halkın iradesine yapılan saldırı net ortada.
 
 
Bu süreçte birkaç istisna dışında Gezi eylemleri sürecinde doğrudan darbe çağıran ciddiye alınacak birini görmedik. Fakat halkı ve halkın iradesini aşağılayan söylem, bu söylemi şiar edinen kesimlerin sandıktan umudunu kestiğini bize gösteriyor. Sandığa ve demokrasiye inanmak en başta biraz popülizmi, en azından halkı aşağılama gafletinde bulunmamayı gerektiriyor. Evet doğrudan darbe çağıran görmedik ama tüm bu halkı ve halkın iradesini aşağılayanlarla birlikte Mustafa Kemal'in askerlerini, kalpaklı Atatürklü bayrakları ellerinde Cumhuriyet teyzelerini, 28 Şubat histerisini iliklerimize kadar hissettiren tencere tava seslerini, jandarma TOMA'sı devreye girince “Jandarma İçişleri Bakanlığı'na bağlıymış, asker iyi, asker cici” minvalinde halkın yüreğine su serpen aydınları, kısacası bir toplumsal kalkışmanın nasıl hijack edileceğini, edilebileceğini gördük, işittik. 28 Şubat paranoyasının ateşine 20 günlük süreç içinde iktidar da çok odun taşıdı, fakat kimse bunun sadece bir paranoyadan ibaret olduğunu ve altının boş olduğunu iddia edemez. Ana akım medyanın olaylar ilk patladığında sessiz kalmasıyla iyice öne çıkan sosyal medyadaki dezenformasyonlar özellikle mütedeyyin kesimlerde 27 Mayıs ve 28 Şubat histerisi yarattı.
 
AKP’nin oy konsolidasyonu şansı
Bu dezenformasyonları yapanlar, tabi ki Gezi Direnişinin demokratları, LGBT grupları, feministleri ya da Kürtleri ve sol grupları değildi. Dezenformasyonun kaynağı; kitleselliği ve sosyal medya gücüyle direnişi kolayca hijack eden ve kısa sürede halkla bağlarını koparan “postal yalayıcılar”dı. Hijack algısının oluşmasında I. Cumhuriyetçilere iktidar da yardımcı olmuştur. Çünkü iktidar, 1000 yıl sürmesi tasarlanan bir postmodern darbenin artıklarıyla nasıl mücadele edeceğini 28 Şubat'tan sonra defalarca tecrübe etmişti. Ayrıca bu darbeci kitlenin söylemlerinin toplum üzerinde yaratacağı histeri, en kaba hesapla %70’i dini hassasiyetlere sahip Türkiye halkının çok önemli bir kısmını AKP etrafında konsolide edecekti. En başından beri Başbakan’ı ve etrafındaki danışmanlarını Gezi direnişinin ve sokağın sosyolojisini anlamamakla itham eden yazar-çizer tayfa, işte bu kutuplaştırma ve oy konsolidasyonu politikasını ıskaladı. AKP'nin referandumda %58 çıkan evet oranına referansla yürüttüğü oy konsolidasyonunda hedef büyüdü ve %70’lere çıktı, belki bir kısım yetmez ama evetçi dışarıda kaldı.
 
AKP uzun süredir ülke siyasetine Amerikanvari bir şekil vermenin uğraşında; merkez sağ ve merkez soldan oluşan, 2 grubun domine ettiği bir sistem arayışı. AKP tüm stratejisini halktan kopuk siyaset yapan merkez solun hiçbir zaman iktidar olamayacağı üzerine oturtuyor bu düzende. Bu durumda oyundışı kalacak olan MHP'nin AKP'nin düzenlediği “milli iradeye saygı mitingleri”nde açılan MHP flamalarına sert tepki göstermesini buradan okuyabiliriz. PKK ile yürütülen Barış Süreci’nin de sorunsuz ilerlemesi MHP'nin altından siyaset zeminini kaydırmakta. BDP ise daha çok başında direnişi hijack eden zihniyetin “Kürt sorununda barış ve reform sürecine karşı bir karşı-devrim hayali” (Halil Berktay) içinde olduğunu okuyup olabildiğince pasif kalmayı tercih etti. Aynı algıyı Immanuel Wallerstein'ın kendi internet sitesinde yayınladığı “Turkey: Dilemma of the Kurds” başlıklı makalesinde de görüyoruz.
 
Orantısız zeka ürünü #duranadam?
20 günlük süre zarfında demokrat kesimlerden gelen şiddetsizlik çağrılarını “ama önce polis saldırdı” şeklinde çocukça savuşturup bizlere geçen sene Taraf'taki köşesinde 1977’deki Kanlı 1 Mayıs'ı yeniden tartışmaya açarak; “şiddete dayalı devrim”, “devrimci şiddet”, “haklı şiddet” ve “sol içi şiddet” başlıkları altında Türkiye solunun şiddete olan aşinalığını ortaya koymuş Halil Berktay'a bol bol referans verme imkanı sunan direnişçi arkadaşlar, 20 günün sonunda “orantısız zeka” ürünü olarak lanse ettikleri #duranadam konseptiyle dünya sivil itaatsizlik ve pasif direniş tarihinde yeni bir sayfa açtıklarını düşündüler.
 
 
Yıllardır “%50”nin zekasını aşağıladın, şimdi de ürettiğin her şeye orantısız zeka diyorsun, gülerler. Bu düpedüz orantısız ego. Tabi sen çok zekisin, ama halk cahil, AKP de onun alamet-i farikası. Üstelik Gandhi'den bihaber bu orantısız zekalar. Cumartesi Anneleri’ni gören, duyan, bilen? 19 yıl olmuş! Ama akil insanlar Nihal Bengisu Karaca ve Hilal Kaplan hanımlar da #duranadam’ın orantısız zeka ürünü olmadığını harika bir buluşla “CIA'in kitabında var, açın bakın, bu eylem şekli özgün değil” şeklinde eleştirirken kızmıyorum.
 
Bu geçtiğimiz 20 günlük süreç herkes için bir algı savaşıydı. Bir orta sınıf isyanı olmasında mütevellit yabancı dillere hakim direnişçi kısmı, elindeki iletişim imkanlarını da kullanarak, yer yer haklı nedenlerle, yer yer dezenformasyonla Batı'da “Diktatör Erdoğan” imajı yaratmaya çalıştı ve önemli ölçüde başarılı oldu. Not düşmek isterim, önümüzdeki seneler içerisinde süreç planlandığı gibi ilerlerse bu toprakların gördüğü 29. Kürt İsyanı barış ile sonlanacak ve direnişçilerin “Diktatör Erdoğan”ı ile Erdoğan’ın “bölücübaşı Apo”su birlikte Nobel Barış Ödülü alacaklar. Daha önce de Nobel Edebiyat Ödülü’nü Ermenici Orhan almıştı, hayat ne kadar ironik… 

Kategoriler

Şapgir